ALPER AKÇAM Yeniden İmece Aralık 2003, Sayı:1

Dursun Akçam ve Köy Enstitüleri

Dursun Akçam, Kafdağı’nın ardından çarıklarıyla çıkagelmiş, ömrünce çarıklı, ömrünce çocuk kalmış, dünyaya kafa tutmuş aykırı bir insandı. Yaşamının her ânında yaşıyor olmanın bilinci, dünyaya yeni bir anlam katmanın heyecanı vardı. Deli bir esintiydi o. Esti geçti üzerimizden. Savurdukları, dağıttıkları, ürettikleri, dizeledikleri, altüst ettikleriyle bıraktı bizi. Gözleri de üzerimizde kaldı, ruhu da...

Ortaokul yıllarında olmalıyım. Bir yaz başı, birlikte yolculuk yapıyoruz. Onun harman olduğu, kendine sunulmuş yaşama isyanını yeşerttiği topraklara, Ardahan yaylalarına, yaz dinlencesi için gidiyorum ben. Yalnızca dinlence değil elbet. O, biriktirilebilen nesnel varsıllık yoksunu ama, paylaşımcı, göçebe kardeşliğinin insancıl tözlerini taşıyan toplumun, o güzel ve yaban doğanın içinden çıkmış, onları hiç yadsımamış bir babanın az çok yaşam bilinci almış büyük çocuğu olarak, tarlada tapanda çalışıyor, kotanda öküzlerin boyunduruğunda hotaklık yapıyor, doğayla iç içe olmanın hazzını, bir şeyler üretmenin kıvancını yaşıyorum köyümüzde. Dursun Akçam’ın öğretmen toplantısı için Erzurum’da inmişiz kara trenden. Neresi olduğunu bilmediğim büyük bir toplantı salonunda yüzlerce öğretmenin katıldığı TÖS toplantısında o konuşuyor. Öylesine kaptırmış ki kendini konuşmaya, öyle büyük bir heyecanla ülke sorunları, öğretmen örgütlenmesi üzerine konuşuyor ki, ne o, ne de onu büyük bir ilgiyle dinleyenler, pencerelerin dışında birer ikişer birikmiş, bağırmaya başlamış, başları kalpaklı, öfkeli kalabalığı göremiyorlar. Pencerenin hemen kenarında oturmuş, babamın konuştuklarını anlamaya çalışan ben çocuk görüyorum önce onları. Babamın konuştuklarını biraz anlar gibiyim ama dışarıdakiler niçin toplanmışlar, neden öfkeli el kol hareketleri yapıyorlar, anlayabilmiş değilim.  "Kahrolsun komünistler" seslerini duyuyorum dışardan. Komünist denen şey nedir? Neden toplantının yapıldığı salona doğru düşmanca bakıp komünist dedikleri o şeylerin kahrolmasını istiyor bu insanlar?

Salonun camlarına taşlar atılıyor az sonra. Daha önceki seyrek seslenmeler de toplu haykırışlara, havaya kalkan sopalara, taş atan kollara dönüşüyor. Salonda bir karmaşa, bir panik başlıyor birden. Konuşma yarıda kalıyor. Birileri kalabalığı yatıştırmaya çalışırken arkadan bir kapı açılıyor. Hızla boşalıyoruz oradan. Eli sopalı, beli silahlı, başı kalpaklıların sayısı epeyce artmış. Taş atıyorlar, üzerimize doğru yürüyorlar öfkeli gözlerle... Ellerinde kocaman sopalar... 

Elim babamın güven aradığım elinin içinde. Kaçarca yürüyoruz. Kalabalık ara sokaklara yöneliyor. Korkuyorum. Onun yüzüne bakıyorum. Korkudan çok öfke ve düş kırıklığı akıyor oradan. Birisi resmi giysili bir subay, birkaç kişi giriyor bizimle bizi izleyen, bize taş atan kalabalığın arasına. Sonradan yüzbaşı olduğunu öğrendiğim o subay, bir eli tabancasında, elini kaldırıp durduruyor kalpaklıları. "Ayıptır dadaşlar, konuk onlar, öğretmenleriniz; yapmayın!" diyor. Homurdanarak duruyorlar. 

Bir ara sokağa dalıyoruz hızla. Az sonra o subay da yeniden yanımızda bitiyor. "Çabuk gidelim hocam, bunlara güvenilmez" dediğini duyuyorum. 

O andan başlayan bir düşünce belki... Dış dünya ile insan düşüncesi, dil, söz arasındaki dizgelemeyi nelerin belirlediğini hep çözmeye çalışmış bir araştırmacı, bu yolda uslanmaksızın yürüyen bir öğrenci gibi duyumsuyorum kendimi. Sorgulamamın ilk adımını belki de o günkü heyecanda buluyorum. 

İnsanlar aynı dış dünyaya nasıl başka gözlerle bakıyorlardı; nasıl ayrı ayrı düşünceler oluşturabiliyorlar, bu düşünceleri nasıl bazı kavramlara bağlayabiliyorlar, sonra da aynı kavram, aynı düşünce içinde alt başlıklar, ayrı katmanlar, değişik söylemler geliştirebiliyorlardı?

Babam, Dursun Akçam, çözmeye çalıştığım bu zincir içinde bana en yakın olması nedeniyle kolay görüneni, en kolay izlenebilir, çözümlenebilir olanıydı elbet. Sonra da diğer kesimler vardı  durdukları yerleri ve dillerini anlamam gereken... Sözgelimi o toplantı salonunda onu dinleyen, ona yakın düşünen ama düşündüklerini onun sözcükleriyle dillendirmeyen, bazı kavram ve anlamları ondan bekleyenler... Sonra salonun dışındakiler... Aynı dünyaya bakarken karşı yanda yer alanlar, karşı yanda yer almakla kalmayıp aynı dış dünya için değişik bir düşünce ve dil dizgesi geliştirmiş türdeşleri için düşmanlık besleyenler.... 

Dursun Akçam hep ayrılığı, aykırılığı, ayrıcalığı olan biriydi. Yalnız babam olduğu için değildi elbet bu kanım; tepkileri, öfkeleri, algılamaları, yargılamaları, verdiği kararlarıyla... Toplantılarda, okullarda, mitinglerde yanında, yakınında izledim onu. Nereden bilirdim hastalık tanısının konduğu 19 Temmuz 2003’den itibaren vefat ettiği 19 Eylül 2003’e kadar, tam iki ay, o son yolculuk boyunca birbirimize her zamankinden daha yakın olacağımızı... Onu ağrısıyla, sancısıyla, yaklaşmış ölümün ürpertisiyle birlikte, diğer insanlar arasındaki özgün yerini an an gözleyerek, bir kez ve son kez daha yaşayacağımı.

fiimdi benim ve onun tüm yaşamı bir sinema filmi gibi gelip geçiyor önümden. Onun ve onunla aynı zaman ve uzam kesitinde yer alanların durdukları yeri tanımlamaya çalışıyorum kendimce... Aynı yerde, aynı zamanda başlamışlardı insanlar yaşama ve incecik perdeler gibi görünen bazı şeyler onların dünyalarını, düşüncelerini, dillerini birbirinden ayırmıştı. 

En son birkaç yıl, yine birlikte olduğumuz o eşsiz kır çiçekli, bahar kokulu Ardahan yaylalarında, hayata onunla birlikte başlamış ve o anda başka yerlerde duran insanlarla onu karşılaştırdığımı anımsıyorum. Köyde, bizim mahalleye biraz uzak olmakla birlikte cuma günleri dışında dolu olmayan bir cami varken, ikinci camiyi, Dursun Akçam karşı çıktığı halde, hemen evimizin önüne yaptırmışlardı. Tarlayı cami için bağışlayan da yakın bir akrabasıydı. Ömrünce hangi düzeyde olursa olsun, tüm akrabalarını, yakınlarını kollamış bir insandı Dursun Akçam. Yaz dinlencesi için bizi, çocuklarını köye her uğurlayışında tren bölmelerinin demirli üst raflarına yerleştirdiğimiz koca bavullarımızda bizim giysilerimizden çok onun akrabalarına gönderdiği Sümerbank basmaları, giysilik kumaşları olurdu. 12 Eylül öncesi, sosyal ve politik bir güç olarak epeyce bilinen adını, her istendiğinde yakınları için kullanır, atamalarında, hastane işlerinde önlerine düşer, sorunlarını çözerdi. 12 Eylül darbesi, ülkeyi de onun toplum tarafından değerlendirilişini de çok değiştirdi. Ardahan’ı iyice altüst etmişti o dönemeç; çekip gitmemişti ama. Oralarda bir yerde kalmış, kendini şiddetle duyumsatıyordu hâlâ. 

Köye ikinci camiinin yapılması için önayak olan, canla başla çalışanlardan ikisi tam onun yaşıtlarıydılar. Tüm cemaatleri de üçü beşi geçmiyordu zaten. O iki kişiden birisi ömrünce hep köyde kalmış, diğeri İstanbul’a işçi olarak gitmiş, orada emekli olmuştu. İstanbul’a giden, orada sakal bırakmış, türbanlı kızlar yetiştirmiş, sakallı, takkeli enişteler edinmişti. Yaz mevsimlerinde köye dönüyordu, hoca olarak da biliniyordu. İkinci camiye devlet belki de ayrı bir hoca atamayacağından oradaki "cemaat"e hocalık edecek, biraz tinsel, biraz nesnel çıkarı da olabilecekti. Köyde kalmış diğer yaşıtının hocalıkla hacılıkla ilişkisi yoktu. Hep toprağıyla iç içe yaşamış, hep biraz daha fazla inek, koyun edinebilmek, büyük kent varoşlarından birinde bir ev yeri daha alabilmek, ya da sayısı çok çocuklarından birinin oturduğu kondusuna bir kat daha ekleyebilmek için uğraşmıştı.

Bir sabah bizim evin önündeki ikinci cami yapısının hemen altına bir çukur eşmeye başladıklarını gördük. Sorup öğrendik. Tuvalet için fosseptik çukuru eşiyorlardı. Çukuru eştikleri yerin hemen yanından da köye içme suyu götüren, yer yer çürüyüp delinmiş eski su borusu vardı. Su deposu yetersiz olduğundan sistem sürekli hava yapıyordu, çevreden borunun içine sızıntı olabilirdi, ayrıca olası bir kesintide de fosseptik çukurda birikecek pisliğin içme suyuna karışması kaçınılmazdı. Beynimizden vurulmuşa döndük. Dursun Akçam kazı yerine gitti, uzun uzun anlattı yapılan yanlışı, köyü bekleyen tehlikeyi, dinlemediler. Köylü akrabası karışmıyordu olanlara, sessizce ve uzaktan dinlemekle yetiniyordu. Sessizliğinde, Dursun Akçam’a da akrabalık saygı ve sevgisinden ötürü sesini çıkarmıyor olmakla birlikte kazıyı onayladığını bildirir bir anlam gizlenir gibiydi. Onun dinle, inançla arasının iyi olmamasına bağlıyor olmalıydı kazıya karşı çıkışını. İstanbul’dan gelen hoca ünü takınmış yaşıtı, biraz dinledi onu, tuvalet çukurunun orada yapılması gerektiğini, diğer yandaki uygun boşluğa da, ilerde medrese ve hocanın kalacağı bir küçük bölüm yapılacağını söylüyordu ısrarla. Dursun Akçam’ın sözünü bitirip oradan uzaklaştığını görünce de, çalışan işçiye kazıyı sürdürmesi için işaret etti. 

Olayın sonrası, diğer gelişmeler de vardı aktarılması gereken ama, asıl önemlisi, Dursun Akçam’la hayata aynı yer ve zamanda başlamış diğer iki insan arasındaki ayrımın boyutlarıydı. Diğer iki insan, köylü ve hoca, kitle olandan, yani kendi dünyasına ve yaşam biçimine kapanan, başka olanla etkileşim yollarını tıkayan "inatçı", kendini tekrarlayan, türü bir tekrara dönüştürüp ilerlemeye karşı çıkan o sıradan, diğer insandan birer örnektiler. Çoğulun birer parçasıydılar. Kendileri için ve diğer insanlar için kullanabilecekleri eleştirel bir akıldan yoksundular. Kendi gelecek dünyalarında, cennetlerinde kendilerine birer yer edinmek için uğraşırken, aslında toplumsal bir inanç, toplumdaki diğer insanı da ilgilendiren bir öğreti olan dinin toplumsal niteliğine, yaptıklarının diğer insanmlara vereceği zarara da aldırmıyorlardı. Kara kaplıda Ölçek Köyü tuvalet çukurunun nerede olacağına, su borusuna uzaklığına ilişkin bir kayıt yoktu çünkü. 

Belki de, insan olmanın ana karakteristiği olan bu insancıl ve toplumcul nitelik yoksunluğu, onları birer insan olarak yaşanmışla yaşanmamış arasında bir yerde bırakmıştı. Dursun Akçam’sa, hep kendini ve çevresini sorgulayarak, kendine ve içinde yaşadığı topluma bir şeyler katmaya çalışarak, çoğulun içinde ayrı ve biricik varlığını sürdürerek yaşamıştı. Çocukluğundan başlayarak isyankâr, ayrı bir yapısı olduğunu kendisi de yakınları da söylüyor olsalar da, aynı koşullarda doğup büyüdüğü, gen yapısı da birbirine yakın diğer iki insanla onun arasında dağlar kadar büyük ayrımlar doğmuştu. Ömrünce hiçbir çoğulun içinde yok olmadı, "nihil" konumuna düşmedi. Değişik gruplarda, sosyal örgütlerde yer almakla birlikte, eleştirel aklını, usavurumunu hiç eksik etmedi. Yeri geldiğinde, bedensel içgüdülerini, toplumsal buyrukları, baskıları hiçe sayarak doya doya gidermeye çalıştı. Yüreği neyi istiyorsa onu yaptı. Tüm ömrü hem kendini, hem çevresindekileri geliştirme çabasıyla geçti. Hep bir öğretmen, hep bir öğrenci oldu. O özdeşleşmez, ucu açık diyalektik çok boyutluluğun açılımlarını izledi, doğanın ve yaratılışının kendisine verdiği olanakları sonuna kadar kullandı.

Dursun Akçam’ı adının arkasındaki anlama ve bireysel, özgür varoluş bilincine kavuşturan şey, hiç tartışmasız Cilavuz Köy Enstitüsü ve Köy Enstitülülük tini idi. 

Dursun Akçam’la, çoğulun, eleştirmeyen, sorgulamayan, belirli çıkar güdüleriyle yol alan, yüreğiyle değil, buyur edilmişlerle yaşayan iki yaşıtı arasındaki ayrım, Dursun Akçam’la Köy Enstitülüleri arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır.

 

 

2. Köy Yazınında Bir Kopyanın Gölgesi

Şubat 2004, Sayı:2

 

Köy yazını, ya da köy temalı roman ve öyküler kavramı, ilk bakışta, çok geniş bir alanda değişik yapıtları kapsıyor gibi görünür. Cumhuriyet’in ilk on yıllarında, en büyük kenti İstanbul ve diğer kentleri de birer köy sayılabilecek olan ve neredeyse halkının tümü köylerde yaşayan, birkaç on yıl öncesine kadar da köy nüfusunun yüzde yetmişlerde olduğu bir ülkenin yazınında köyün tema olarak seçilmesi sıradan, olağan bir şeymiş gibi görülebilir. 1890 yılında yazılmış Nebizade Nazım’ın Karabibik uzun öyküsü de, Hazım Tepeyran’ın 1909’da yazılmış Küçükpaşa romanı da köy temalı yapıtlar alanına rahatlıkla girebilirler. Çalıkuşu’nu da bu türe yakın değerlendirebiliriz. Yakup Kadri’nin Yaban’ı da köy temalıdır... Ancak bu andığımız yapıtlar ve benzerleri, köy temalı roman ve öykü başlığı altında çözümleme ve değerlendirmeye alınmamışlar, köy yazınına yönelik  eleştirilere de hedef olmamışlardır. Başka bir "ilk olma" başlığı, bir tür yeni akım adlandırılmasıyla, Anadolu Romantizmi nitelemesiyle tanıtılmışlardır. 

Köy yazını kavramıyla anlatmaya çalıştığımız, 1945’li yıllardan sonra yazın dünyasında yer almaya başlamış, altmışlı ve yetmişli yıllarda yazın dünyasında önemli bir etkinliği olmuş, aydınlanmacı, toplumcu, gerçekçi tutumlu, genellikle köy kökenli yazarların, belirli bir dünya görüşü çevresinde tanımlanabilir bir tarzla yazdıkları yapıtlardır. Bu tür, köyü dışardan gözleyen bir aydının, bir yazarın köy tutkusuyla, köycü sevecenliğiyle, köylü insana düşkünlüğüyle değil, köylülüğün bir yazın biçimi olarak sanat alanına taşınmasıyla oluşmuştur. Hasan Âli Yücel’in deyimiyle, bir dönemde, "köylü, edebiyata kendi girmiştir" (1). Köy Enstitülü yazarların temsilciliğini yaptığı, hatta tamamen sahibi olduğu köy temalı roman ve öyküler, kırsal alandan, kapalı üretimden kentin yarı modern çevresine göçüşte, kitlelerin büyük bir hızla yeni sistemin bir parçası oluş süreçlerinde en etkin dönemlerini yaşamışlar, yazınımız köyle, köy de yazılı anlatıyla neredeyse aynı dönemde tanışmışlardır. 

"Köy temalı öykü ve roman", Köy Enstitüleri ve Anadolu Aydınlanması’yla birlikte düşünülmeli, değerlendirilmelidir. Bu üç kavram bir sacayağı gibi ülkemiz ekin ve yazın tarihine derin bir iz bırakmışlardır.  

Anadolu Aydınlanması’nın kapsamını "Tanzimat Fermanı"na, "meşrutiyet" çabalarına, Hürriyet ve İtilaf, İttihat ve Terakki örgütlenmelerine kadar uzatabilmek olasıdır elbette. Ancak Aydınlanma hareketinin halk yığınlarıyla buluşmasının, karanlık içinde oldukları varsayılabilecek Anadolu kırsalının modern dünyanın Anadolu topraklarına yansıması ile yüzleşmesinin asıl odağı, ancak, Cumhuriyet sonrasının büyük eğitim atağı, eğitmen seferberliği- Batı klasiklerinin Türkçe’ye çevirisi- Köy Enstitüleri zinciridir. Köy Enstitüleri’nin de bu dönem içinde nicel ve nitel olarak en kapsamlı Aydınlanma çabası olduğunu kimse yadsıyamaz.

Bugün Anadolu Aydınlanması’nın tamamlanmış olduğu, toplum çoğunluğumuzun, bireyin kul olduğu ortaçağ karanlığından özgür birey olduğu modern çağa geçmiş olduğunu söyleyebilmek zordur belki ama, aydınlanma çabalarına ve onun temsilciliğini yapmış köy temalı roman ve öykülere yönelik, çoğu kez sinsice yürütülen bir eleştiri ve karalama kampanyası sürdürülmektedir. 

"Gençliğimde 'memleketimin yazarıdır' diye kitaplarını edindiğim, biriktirdiğim, hatta okuduğum orta yaşın üzerinde pek çok yazar, son yıllarda enerjilerinin bir kısmını, benim yazdığım kitapların  ne kadar kötü olduğunu kanıtlamaya harcadılar. Beni bu kadar önemsemelerine ilk başlarda sevinirdim. Şimdiyse kütüphanemi boşaltmak için depremden çok daha sevimli bir gerekçe bulduğum için memnunum. Böylece kütüphanemin Türk edebiyatı raflarında, elli yaş ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel yazarların kitapları hızla eksiliyor" (2).  diyor çok satan, çok popüler, kültür endüstrimizin çok desteklediği bir yazarımız. 

Genç bir öykücümüzün ödül alan kitabının bir öyküsünde, emekli olduktan sonra tüm parasını bir eski otobüse yatırarak onu bir kütüphaneye dönüştüren, otobüsüne doldurduğu Aydınlanma klasikleriyle Anadolu'ya, halkı bilinçlendirme çabasına çıkmış bir emekli memurla grotesk bir tarzda alay edilmektedir. Öyküde "budala" memura katılmış, onunla birlikte çalışmaya başlayan, sonradan emekli memuru belki de öldürmüş  (öldürenle öldürülen öykünün sonunda karıştırılmaktadır) genç bir köylünün öyküdeki tanımlanışı şöyledir: "Kitap dolu bir otobüsü kilometrelerce izleme zahmetine katlandığına göre, muhtemelen ruhları batıya dönük Enstitü çıkışlı öğretmenlerin elinde ortaokul ya da lise okumuş olduğu anlaşılan, gözlerde meraktan mahcubiyete, oradan küstahlığa sıçrayan bir bakışla acemice sorular soran biri"(3). 

Kimi aydın ve yazarlarımızın köy yazını karşısındaki karşıt tutumlarını günümüz piyasa koşullarına, kültür endüstrisinin tüketim politikalarına bağlayabilmek olası ise de, Anadolu Aydınlanması’nın bir ayağı olarak görülen köy yazını eleştirilerinde, Batı kaynaklı aydınlanma eleştirilerinin de etkisi vardır. Batı kaynaklı Aydınlanma eleştirilerine bu nedenle kısaca değinmek anlamlı olacaktır. 

Aydınlanmaya Batı’dan gelen eleştirilerde en çok vurgulanan şey, aydınlanma aklının, bireysel varlığın öznelliğini, bireyi özgürlüğünü silinme noktasına getirmesi olmuştur. Aklın yalnızca amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlarla tanımlanır olması yeni bir egemenlik biçimi yaratmıştır: tümelin akıl yoluyla tikel üzerinde egemenliği. Tümel, birey aklını işgal etmiştir. Aydınlanmanın kendisine ihanetinin ilk nedeni budur. Dünyayı mitten kurtarma tasarımı olan Aydınlanma’nın kendisi, sorgulanmayan bir mite dönüşmüştür... 

İkinci neden, Aydınlanma’nın özne ile doğayı kesin çizgilerle birbirinden ayırması olmuştur. İnsan, içinde var olduğu doğayı kendisine tamamen dışsal bir öğe olarak algılamaya koşullanmıştır. Doğa, yalnızca üzerinde egemenlik kurmak için hakkında bilgi edinilecek bir nesneye dönüşmüştür. Ancak, insanın doğa üzerindeki bu egemenliği, aynı zamanda insanın kendi üzerinde de bir egemenlik yaratmıştır. Çünkü insan da içinde yaşadığı doğanın yazgısını paylaşmak durumundadır. Sonuçta insanı yücelten aşkın özne konumlandırması, ki modern düşüncenin temelidir, insanın çöküşünü de hazırlamıştır. 

Her öznede modernin ya da genel anlamda toplumun gerçekleştiği bir nokta vardır. Bu modern dönemde akıl üzerinden gerçekleşir. Modern dönemde akıl, toplumun bireydeki ajanı ve protezidir. Protez akıl, modern iktidarın aracıdır.. Aydınlanmanın ileri sürdüğü gibi akıl yalnızca özgürlük ve ilerleme değildir. Akıl, aynı zamanda iktidar ve egemenliktir. Modern dönemde insan teki, özgürlüğünü, biricikliğini yitirmiştir. Mekanik üretim çağında her özne bir diğerinin aynısıdır (4).

Kısacası aydınlanma, bir yandan özgürleştirici, bilinmez karşısında ilerlemeci bir yönerge olmakla kalmamış, aynı zamanda insanın birey ve türün kendisiyle doğa üzerindeki acımasızlığının da kaynağı olmuştur. Oligarşik yönetimlerin, savaş çığırtkanı gelişmiş ülke politikalarının hatta faşizmin düşünsel temelleri üzerinde aydınlanma ilkelerinin serpintilerinin bulunmadığını kimse söyleyemez. Tümü de, iyide güzelde doğruda akla yakın olanı seçtiklerini savlayan ideolojiler, kuramlar oluşturmakta güçlük çekmemişlerdir.

"Köy temalı roman ve öykü" eleştirileri ve bu eleştirilere yönelmiş değerlendirmeler, kaçınılmazca aydınlanmayla da ilintili olacaktır. Ülkemizde, köy yazınına yönelmiş eleştiriler, modernizme yönelmiş postmodernist yeni yaklaşımlarla koşut olarak ortaya çıkmıştır. Bu karmaşa içinde asıl anlaşılamayan nokta, görmezden gelinen şey, Batı ile Doğu arasındaki ayrımdır. Batı’da aydınlanmanın kendisine ihaneti, aydınlanmanın kendine yönelmiş bir silaha çoktan dönüştüğü yıllarda, Doğu toplumu hâlâ yoğun bir karanlık içinde yaşamayı sürdürüyordu. 

Batı’da Aydınlanma’ya yönelmiş eleştirel bakışla bizdeki Aydınlanma çabalarının simgeleri olmuş bazı kavramlara yönelmiş eleştiriler, zaman ve uzam ayrımı düşünülmeksizin örtüştürülmeye çalışılmıştır. Ayrıca Batı’daki aydınlanma süreci ile Anadolu Aydınlanması arasında önemli içerik ayrımları vardır. Bizdeki aydınlanma karşıtları, eleştirilerinde Aydınlanmanın Anadolu insanı üzerinde akıl yoluyla oluşturulmuş bir aldatmaca olduğunu, insanları yanılttığını, ahmaklaştırdığını hiçbir zaman öne süremezler.  Anadolu Aydınlanması, araçsal akılla birlikte insancıl kaygılar taşıyan tözsel aklı da kullanmayı büyük ölçüde başarmıştır. Batı’daki Aydınlanma ile Anadolu Aydınlanması arasında yöneten-yönetilen ilişkileri anlamında toplumsal devinimin her alanına yansımış önemli ayrımlar vardır. Batı Aydınlanması, insanın özgürleşmesi, eşitlik-kardeşlik-hürriyet belgileriyle yola çıkmış olmakla birlikte, süreç içinde insanı egemen üretim biçiminin, sistemin akıl arabasına koşan bir aracı olmuş görünmekte, öyle eleştirilmektedir. Anadolu Aydınlanması’ndaysa daha karmaşık bir güçler dengesi ve düşünce yapısı gözlenmiştir. 

Kuvay-ı Milliye ve cumhuriyet yapılanmasının asıl vurucu gücü, öncüsü olan genç aydınlanmacı güçler, çoğu kez, Anadolu göçerliğinin alplik-gazilik geleneğiyle davranmışlar, araçsal akıldan çok insancıl tözsel aklın yönlendirdiği bir izleği sürdürmüşlerdir. Aydınlanma sürecinde, aydınlanma çabasının asıl sahibi olması gereken yerli burjuvazi, cumhuriyetin ilk on yıllarında ideolojik ve politik olarak çoğu zaman geride kalmaya özen göstermiş (ya da o günkü olgunluk koşulları ve yetkinliği bundan ötesine geçmesine izin vermemiş), bir yandan da aydınlanma öncesi dönemden kalma, kırsal bölgenin ekonomik ve politik egemeni tefeci bezirgan zümreyle sıkı bir bağlaşıklık oluşturmuştur. Batı burjuvazisi, bir sınıf olarak toplumsal alanda kendini göstermeye başladığı andan başlayarak ortaçağı temsil eden aristokrasiyle, büyük toprak sahipleriyle, onların düşünce temsilciliğini yapan kiliseyle amansız bir kavgaya, mücadeleye girişmişken bizim burjuva sınıfımız bizim ortaçağı temsil eden tefeci bezirganlıkla birlikte davranmış, kendine yol açan, önündeki düğümleri çözen aydınlanmacı güçlere  karşı gerici güçlerle işbirliği yapmıştır. Bu açıdan Anadolu Aydınlanması, dünya üzerinde çok ayrıcalıklı ve özgün bir yer tutmaktadır.

Anadolu Aydınlanması’nın günümüze uzanan düşünsel kalıntıları ve kurumsal uzantıları üzerinde bugün de süren tartışmalar, ortaya ilginç görüntüler çıkarmaktadır. Bir yandan daha demokratik görünen yumuşak elli bir politikanın "benim iktidar arabamı itele, istediğine sahip ol, kendi dışındaki insanı, toplumu, doğayı boş ver" çağrısı ile, "daha çok bilirsen daha çok özgür olursun, daha çok bilmek ve dünyayı iyi anlamak için özveride bulunmalısın, kendi dışındaki insanı da düşünmelisin, toplumsal kurallara uymalısın, doğaya zarar vermemelisin" gibi yasaklar, yaptırımlar gönderen buyurgan yapılı, aydınlanmacı özlü ayrı bir politikanın çağrıları çatışmaktadır. Birinci savın sahipleri, aydınlanma öncesi egemen olan ekonomik ilişkilerin günümüzde de süren bağlantılarıyla toplumu daha çok kavramış durumdadırlar. Seslendikleri yığınları, kitle diye tanımlayabileceğimiz, bozunmuş, kendini tekrarlayan türün bir parçası olmuş, günlük çıkarlarıyla yaşayan insan grupları olarak görürler. Soruna insancıl açıdan yaklaştığını savlayan, demokrasi, insan hakları yandaşı kimi aydınların birinci savı destekleyen davranışlarıysa çok çarpıcıdır.  

Batı kaynaklı demokrasi düşüncesi, Doğu için yalnızca bir serbestlik ve oy karşılığı bir şeylerin satın alınması olarak değerlendirilmektedir. Batı’da yüzlerce yıllık reform, rönesans, özgürlükçü sanayi devrimi alevlenmelerinden, sınıf çatışmalarından, milyonlarca insanın kanı canı pahasına hakkedilmiş haklardan oluşmuş, arınmış, damıtılmış demokrasi düşüncesi, Doğu’da oy karşılığı yönetenlerden bazı ödünler alabilme hakkı ve bireysel yetkesi olarak değerlendirilmektedir. Batı’da aydınlanma demokrasiyi yapılandırdı, demokrasi çoğu kez, bireyin genel yaşama bilinçli katılımı için bir araç oldu. Doğu’daysa demokrasi denerek oynanan oyun aydınlanmayı yok etmek için karanlık güçlerin kullandıkları bir araç oldu. 

Bu karmaşa içinde, Anadolu Aydınlanması karşıtlarının politik ve ekonomik olanaklarıyla destekledikleri kültür endüstrisi, aydınlanmaya karşı çıkmıyor görünürken onun yazın alanındaki simgesi olmuş "köy temalı roman öykü" ye yönelmiş eleştirilerle çok ustaca bir oyun oynamaktadır. 

Eleştirilerde, köy temalı öykü ve romanlar, salt yansıtmacı olarak tanımlanmış, sanatsal ve estetik açıdan yetersiz, gelişmemiş, çoğul anlamdan uzak bulunmuşlardır. Okurun edilgen bir nesne gibi görüldüğü, anlatıcının, kahraman ve karakterlerin toplum içindeki önder rollerinin abartıldığı, Tanrı yerine tanrılaşmış insanın öne çıkarıldığı  söylenmiştir. Bu eleştiriler, bugünkü genel değerler, yaşam koşullarının iletişim ve bildirişimde açtığı yeni yollar ışığında haklıymış gibi görünmekle birlikte, yapıtların üretildiği çağın özelliklerini göz ardı etmekte, sanat yapıtının, içinde bulunduğu toplumsal koşulların bir ürünü olduğunu unutmuş görünmektedirler. Yerel ve geleneksel anlatıların o günkü yazın yargısının oluşmasındaki etkileri de unutulmuştur. Aynı dönem Batı yazını değerlendirmenin odağına konarak karşılaştırmalar yapılmıştır. Batı yazınındaki yapıtlar, James Joyce’un Ulysses'i, Kafka’nın, S. Becket’in, A. Camus’un modernizm karşısında geri çekilen özneyi modernizme karşı bir tür savunma aracı olarak kullandıkları yapıtlar örnek gösterilmiş, köy temalı öykü ve romanlar Batı’nın iki yüz yıl, üç yüz yıl önceki yazınına benzetilerek küçümsenmiştir. Köy romanına yönelmiş eleştiriler, Batı’yla Doğu arasındaki sosyal ve politik koşulların ayrılığını görmezden gelmişlerdir. Yüzlerce yıldır içinde bulunduğu karanlıktan daha yeni çıkmaya başlamış, kendi diline yeni kavuşmuş Anadolu’da bir Ulyses’in ne yazılması, ne de okunması olası idi. Hem yazar, hem okur, hem de onları çevreleyen sosyal ortam bir yazın eleştirisinde kullanılan öğeler olamamışlarsa, bunun sorumluluğunu eleştiriyi yapanda aramak gerekir. Joyce’un yapıtının anlaşılabilmesi, hakkettiği değerin verilebilmesi için okurun Sheakespeare’i, İliada’yı, İncil’i ve diğer kutsal kitapları mutlak okumuş olması gerekirdi. Bizde benzer bir yapıt için yetmişli yıllara, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ına kadar beklenilmesi, O. Atay’dan önce yazanların yetersizliğine kanıt gösterilmeye çalışılmıştır. 

Köy temalı roman ve öyküler Batı’yı öykünmeci bir anlayışla kopya etmemişlerdir. Kendi içinden çıktıkları yerel ekinin bir parçası olabilmeyi başarmışlar, doğru yerde ve zamanda iyiyi, güzeli, aykırı olanı, insan için ilerletici olanı saptamış ve kullanmışlardır.  Böylece de çok sayıda okur kazanmışlar, kazandırmışlar, sanat ve güzelduyum öğelerinin halk yığınları içinde gelişmesine, güçlenmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır.  

"Köy temalı roman ve öykü" eleştirilerinin en belirgin hastalığı, evrensel tek ve değişmez bir anlatı sanatının var olabileceği varsayımıdır. Skolastik bir yöntemle, dünyadaki dil, ekin, düşünce ayrılıklarının kaynakları, nedenleri görmezden gelinerek Batı toplumunda egemen, ya da bir paradigma gibi genel kabul gören ortalama bir biçem ölçüt olarak ele alınmış, tüm anlatıların bu ölçütle karşılaştırılarak değerlendirilmesi yoluna gidilmiştir. Çok yakın bir geçmişe kadar, binlerce, on binlerce yıl birbirinden çok ayrı yaşam biçimlerini, nesnel ve düşünsel ilişkileri, gelenekleri, inançları benimsemiş ayrı insan topluluklarını, bir tek ve değişmez bir düşünce kalıbı, ekin anlayışı ile aynı çizgiye getirmeye çalışmak en başta ekinin, insan varoluşunun kendi niteliği, kendi varlığı ile çelişen bir durumdur. Bu tekdüze anlayış, aynı zamanda, modern üretim biçiminin nesneleşmiş beyinlerdeki çoğul anlamı yok edişinin bir göstergesi sayılabilecek ölçütte çarpıcı bir örnektir. Bizdeki köy temalı roman ve öykü, dildeki saf karşılıklarıyla içinden çıktığı yerel ekinin bir açılımı olmuştur, onu yadsımadan geliştirmeye, ilerletmeye, çoğul anlamlar katmaya yönelmiştir. Toplumcu sanat kaygıları taşımıştır. Anadolu gerçekliği için özgür ve özgün bir tarz oluşturmuştur. Dede Korkut anlatısından, halk dilinde yerleşmiş söylencelerden, masallardan yola çıkmış, onların anlatı varsıllığını kendine katmayı başarmıştır. Anadolu insanının anlatılarında yer alan göçebe geleneklerini yansıtan adalet arayışı, serüvencilik, haksızlıklara karşı çıkmak, içinde bulunduğu toplum ve diğer insanlar için özveride bulunmak, paylaşımcılık, bilgelik, aydınlatıcı olmak, erdemli olmak gibi ana öğeler bu türümüzün çokça kullandığı duygu ve düşünce temelleri olmuştur. Köy temalı roman ve öyküye günümüzde çokça saldırıda bulunulmasının en önemli nedenini, bu türün insanlar arasındaki ayrıcalıklara karşı çıkışına, insanların kandırılmasına karşı kendine uyarıcı bir görev yüklemesine bağlar, böyle bir yorum getirmeye kalkarsak, belki de çok fazla yanılmış olmayız. 

Köy temalı yapıtlara yöneltilen eleştiriler içinde, estetik kaygısı taşımadıkları, biçemsel benzerlikleri, tema, karakter, kahraman seçimlerindeki benzerlikleri sıkça dile getirilmiştir. Sanatta, ekinde, dünyadaki hiçbir şeyde eleştiriden dışarıda kalmak, ya da eleştirilememek gibi bir ayrıcalık elbette olamaz, olmamalı da... Köy temalı romanlarda, o kuşağın simgesel yapıtlarında da yazarın kendini yinelemeleri, daha baştan sonunu duyumsatan anlatımlar, usanç verici yanılgısız kahramanlar elbette ki birer olgu, kötü örnekler olarak yazın tarihimizde yerlerini aldılar, hatta eleştiri oklarının o biçeme ve kuşağa yönelmesinde önemli bir neden oluşturdular ama, konuyu o dönemi bir bütün olarak değerlendirerek yorumlamaya kalkmak nesnel ve anlamlı olmayacaktır. Çoğunlukla, dönemin tüm yapıtları kaba bir ingirgemecilikle aynı düzeyde değerlendirilmekte, tek tek yapıtlarla değil, akımın, ya da o günkü geleneğin tümüyle ilgili bir dava güdülmektedir.

Eleştiri, olgunun ve uzamın nesnel koşullarından bağımsız olmamalıdır. Köy temalı romanın çıkış noktası, dogmayla, mitle yetişmiş, kendi varoluş bilincinden uzak bir toplumun koynudur. Bu nitelikli bir toplum içinde gözünü dünyaya açmış, o tür geleneksel düşünce ve ekin içinde dünyayı kavramaya başlamış insanlar kendilerine tutulmuş bir ışıkla kendilerini sorgulama coşkusunu kavrayabilmiş ve içinde bulundukları diğer insanlara kendi heyecanlarını, coşkularını aktarmaya çalışmışlardır. Yapılmak istenen, insanları yalanlarla dolu, söz yerindeyse ahmakça süregiden karanlık bir toplumdan yalanın ve ahmaklığın azaldığı, insanların birbirlerini kandırmadığı bir yeni dünyaya, belki de bir ütopyaya doğru götürme çabasıdır. Batı’nın üç dört yüz yılda yaptığını Anadolu Aydınlanması birkaç on yıla sığdırmaya çalışmış ve kısa zaman süresi içinde nicelik ve nitelikçe büyük adımlar atılmıştır. 

Ülkemiz aydınlarının, aydın olmama hakları olduğunu savlayan yazarlarımızın Anadolu Aydınlanması’na burun kıvırarak, hatta söverek yaklaşmaları günümüz toplumundaki ayrıcalıklılar ege-menliğinin ve yeniden uç vermiş saltanat tutkusunun çok açık bir göstergesidir. Aydınlarımız, tüm ilericiliğini, aydınlanmacı özelliğini yitirmiş liberal Batı düşüncesinin kucağından ülkelerine bakmakta, kendilerini içinde bulundukları toplumdan ayrı bir katmanda, ayrıcalıklı bir yerde görmektedirler. Özgür sanat yerine okuru, satışı, dolaşımı önde tutan, inanca ait buyurulmuş kanıları kullanan yeni bir tür hızla çoğalmakta, yazın dünyamızın iktidarına oturmaktadır. Sanat kendisi olarak kalma yetkesini muhalif özelliğini, özerkliğini yitirmektedir. Egemen sistemin güdülediği, yönlendirdiği, yalana dayalı, bilinmezliği baş tacı eden yeni türün yükselişini izliyoruz. En başta da, sanatın yerini, giderek "yazın zanaatı" almaktadır.

Karar verilmesi gereken, insan özgürlüğünün niteliğidir, kendi dışımızdaki insana bakış açımızın bizi ne kadar ilgilendirdiğidir. Bundan sonra, insan, ya yararcı aklın iyiden güdümüne girip kendini yadsıyacak, ya kendi türünün doğasına dönmenin yolunu bulup çıkaracaktır. 

 

KAYNAKLAR

1. Mehmet Bayrak, Köy Enstitüleri ve Köy Edebiyatı, Özge yayınları, Ankara 2000, 

2. Orhan Pamuk, Kitaplık, Mart Nisan 2002, Sayı 40, "Bazı Kitaplardan Nasıl Kurtuldum?"

3. Adı bizde olan bir öykücünün " s. a. ç . " adlı kitabındaki bir  öyküsünden alınmıştır.

4.  Kaynak: Cogito, Yaz 2003, sayı 36

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.