HIFZI TOPUZ Hasan-Âli Yücel’den Anılar Mayıs 2004, S.3

Ben 43 yıl önce aramızdan ayrılan sevgili Hasan-Âli Yücel’i tanımış olan mutlu insanlardan biriyim. Ne yazık ki bu insanların sayısı yıldan yıla azalıyor.

Nasıl oldu da Hasan-Âli Yücel’i tanıdım? Anlatayım. Onu ilk kez Galatasaray’da, öğrencilik yıllarımda görmüştüm. Milli Eğitim Bakanı olarak okula gelmişti. Konuşmasını yapmak için Konferans Salonu’na girerken bizim Edebiyat hocamız İsmail Habib Sevük’e yol verme inceliğini gösterdi. Çünkü İsmail Habib Sevük kendisinden beş yaş büyüktü. Yücel de Cumhuriyet’in ilk yıllarından 1927’ye kadar Galatasaray’da Türkçe ve Vatan Bilgileri hocalığını yapmıştı. 

İnönü döneminin bu ünlü Milli Eğitim Bakanı’nı çok merak ediyorduk. Törenden sonra alçak gönüllülükle öğrencilerle konuştu. Gözleri bizim sınıfın yakışıklı gençlerinden biri olan Mahmut Kefeli’nin saçlarına takıldı. "Bu saçların hâli ne?" diye sordu. Bunlar kesilecek. Benim saçlarım seninki gibi uzun değil. Beğenilmediğimi mi sanıyorsun?"

Bakan öyle dedi ama Mahmut saçlarını kestirmedi. Hiç kimse de bunun üzerinde durmadı.

Aradan yıllar geçti. Ben Akşam’da muhabir olarak çalışırken o artık bakan değildi. Bir gün Tarsus vapuruyla Marsilya’dan dönüyordu, Galata Rıhtımı’nda kendisinden bir demeç aldım. Neler söylediğini anımsamıyorum. 

Bakanlıktan ayrıldıktan sonra o yılların ünlü avukatı Kenan Öner kendisine bir açık mektupla iftiralar attı. Kenan Öner Milli Eğitim Bakanlığı’nın komünistlerin sığınağı olduğunu,  23 gencin de onun talimatıyla işkence gördüğünü öne sürdü.

Hasan-Âli, Prof. Bülent Nuri Esen’e vekâlet vererek Kenan Öner’e karşı hakaret ve suç atma davası açtı. 17 Nisan 1947’de başlayan dava bütün yurtta derin yankılar uyandırdı. Gazetelere manşet oldu. Bu dava 1944 yılında Sabahattin Ali ile Nihal Atsız arasında çıkan ve gösterilere neden olan bir ırkçılık davasının rövanşı gibiydi. O günlerin bütün milliyetçi, Turancı ve ırkçıları mahkemede Hasan-Âli’yi suçlamaya yöneldiler. Kimler yoktu tanıklar arasında? Alpaslan Türkeş, Nurettin Barıman, Hüseyin Namık Orkun, Sait Bilgiç, Emin Soysal, Sadri Maksudi, Adnan Ötüken, Orhan şaik Gökyay...

Bütün sağcı basın Hasan-Âli’ye çamur atmaya çalışıyordu. Neler neler söyleniyordu. Köy Enstitüleri’nin bile Stalin’in emriyle açıldığını öne sürmeye kalktılar. Kendisini yalnız Hasan Ferit Alnar ve Nurullah Ataç savundu. Artık iş çığırından çıkmıştı. Yargıç tutucu çevrelerden gelen büyük bir baskının etkisi altındaydı. Mahkeme Kenan Öner’in suçlamalarını doğru bularak davanın reddine karar verdi: Sağcı çevreler bayram ediyorlardı. Kenan Öner artık karizmatik bir kişilik kazanmıştı. Hasan-Âli Bey davayı temyiz etti. Yargıtay da Asliye mahkemesinin kararını bozdu. Dava yeniden görüldü. Öte yanda Yücel kendisine suç atan tanıklara karşı da dava açtı. Bu kez mahkeme Yücel’i haklı buldu. Kenan Öner ve hakaretleri yayımlayan Yeni Sabah gazetesinin sahibi Cemalettin Saracoğlu 4’er ay 20’şer gün hapis cezasına çarptırıldılar. Suçlamaya katılan tanıklara da çeşitli cezalar verildi. Cemalettin Saracoğlu o günlerde öldü, Kenan Öner’in de cezası ertelendi. 

 Kenan Öner-Hasan-Âli davası gerçekte Atatürk ilkelerine, hümanist ve aydınlanmaya yönelik devrimci bir politikaya karşı açılmış bir davaydı. Kenan Öner ve kendisini destekleyenler bunu fırsat bilerek tüm kültür devrimlerine, köy enstitülerine, Batı’dan yapılan çevirilere, Konservatuara karşı korkunç bir biçimde saldırdılar. İnönü de artık kendisini tutmuyor ve yapılan bu haksız saldırıların önlenmesi için en ufak bir girişimde bulunmuyordu. 

Yücel ise "Benim davam sol-sağ davası değil bir ilericilik-gericilik davasıdır" diyordu.

Hasan-Âli neden Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrıldı?

Yücel 1946 seçimlerinden önce, iki ay İzmir’de kalarak durumu incelemiş ve DP’nin yaptığı seçim propagandalarını görünce korkmaya başlamıştı. Çünkü bunlar gericileri kışkırtan davranışlardı. Amaç Atatürk devrimlerini yıkmaktı. Hasan-Âli bu durumu Ankara’da İnönü’ye anlatarak önlem alınmasını istedi.

Ona göre devrimcilikle demokrasinin bağdaşması kolay değildi. Teknik Üniversite’de yaptığı bir konuşmada "Siz devrimci misiniz, demokrat mı?" diye sormuş, öğrenciler de "Hem devrimciyiz, hem de demokrat" diye yanıt vermişlerdi. Hasan-Âli ise "Hem devrimci, hem de demokrat olamazsınız demişti. Çünkü başıboş bir demokrasi içinde devrimlerin yok edileceğine inanıyordu.

İnönü çok partili bir demokrasi rejimine gönül vermişti. Hasan-Âli ise bunun nelere yol açabileceğini görmüş ve demokrasiden umudunu kesmişti. 5 Ağustos 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı’ndan istifa etti, ama milletvekilliğinden ayrılmadı. Artık düşüncelerini CHP’nin organı Ulus gazetesinde açıklama kararındaydı. Ulus’a haftada bir inceleme yazısı yazmaya başladı.

Ama bir süre sonra yazılarını yayımlayamadılar. Yazı işleri müdürü Münir Berk,  İnönü’nün emriyle buna karar verildiğini açıkladı.

Çünkü İnönü Yücel’e yöneltilen karalamaların Parti’nin itibarının sarstığını söylemişti.

Yücel bunu öğrenir öğrenmez "düşüncelerini açıkça söyleyemeyeceği bir kuruluşta daha fazla kalamayacağını belirterek 21 Kasım 1950’de CHP’den istifa etti.

Hasan-Âli düşüncelerini açıklamadan yaşayacak bir yapıda değildi. Kendini boğulmuş hissediyordu. 1952’de Nadir Nadi ile görüşerek Cumhuriyet’te yazılar yazmaya başladı. Gazete düşünce ve yaşam alemine açılmış bir pencere oldu. Atatürk devrimlerini yeniden savunma olanağı buldu. 

Bir süre sonra da İş Bankası Kültür Yayınları’nın başına geçti. Orada da devrimci yayınların çıkmasına yön verdi.

27 Mayıs 1960 devriminin olduğu günlerde Yücel işte böyle bir çalışma havası içindeydi. DP iktidarının devrilmesini coşkuyla karşıladı. En yakın arkadaşı İsmail Hakkı Tonguç devrim heyecanını paylaşmak için hemen koşarak Yücel’in evine geldi. İkisi de 27 Mayıs Devrimi’ne büyük umutlar bağlıyorlardı. Eğitim ve kültür konularının yeniden ele alınmasının heyecanı içindeydiler.

Ne var ki darbeden kısa bir süre sonra Cumhuriyet gazetesi Yücel’in yazılarını basmaz oldu. Nedenini öğrenmek için gazeteye gitti, dizgi servisinde son yazısını dizilmiş olduğunu, ama gazeteye girmediğini gördü. Yazı işleri müdürü Cevat Fehmi Başkut’a yazısının neden çıkmadığını sordu. Cevat Fehmi kendisinden yazı gelmediğini söyleyince Yücel dışlandığını anladı ve Nadir Nadi’ye bir mektup göndererek gazeteden ayrıldığını bildirdi.

Ondan sonra da yazılarını Dünya gazetesine verdi.

Devrimden birkaç ay sonra Milli Birlik Komitesi yeni bir Milli Eğitim Planı’nın hazırlanmasını öngörmüş ve bu amaçla bir komisyon kurmuştu. Yücel de bu komisyona alınmıştı. 

Ne var ki Milli Birlik Komitesi Milli Eğitim Bakanlığı’na onu değil, Prof. Bedrettin Tuncel’i seçti. Yücel bundan alınmadı ve Komisyon içinde çalışmalarını sürdürdü.

İşte o sıralarda Paris’te UNESCO’nun 11’inci Genel Konferansı toplanıyordu. Bedrettin Tuncel’in başkanlığındaki Türk delegasyonuna Unesco Milli Komisyonu Başkanı Prof. Tevfik Sağlam’la birlikte Hasan-Âli Yücel’inde katılması öngörüldü.

Bu konferans bana 1960 Ekim’inde Hasan-Âli Yücel’le Paris’te birlikte olma olanağını sağladı. Ben yaklaşık iki yıl önce uluslararası iletişim uzmanı olarak Paris’te Unesco’da göreve başlamıştım. Hasan-Âli Beyle oturumlar arasında, Unesco’nun zemin katındaki barında, Picasso’nun muazzam tablosunun önündeki koltuklarda oturup güncel konulardan söz ediyorduk. Bedrettin Tuncel, Tevfik Sağlam Paşa ve Unesco Milli Komisyonu Genel Sekreteri Zeki Karabuda da bizimle birlikte oturuyordu.

Genel Konferansa o yıl genç Afrika ülkeleri de ilk kez toplu halde katılmışlardı. Afrikalı delegeler ve eşleri uzun etekli beyaz ya da parlak renkli bubular giysiler ve takkelerle Unesco’da bir festival havası estiriyorlardı. Üçüncü Dünya ülkelerinin yarattığı bu çok renkli ortam elbette Yücel’i çok duygulandırıyordu. Hasan-Âli Bey o heyecanın etkisiyle Dünya gazetesine "Üç Afrikalı büyük annem vardı" başlıklı bir yazı yazdı. Unesco insanlar arasında ırk ayırımını ortadan kaldırmaya yönelmişti. Yücel de o yazısında "Çocukluğumda üç Afrikalı kadın tanımıştım. Onlarla aile fertleri arasında bir ayrılığa tesadüf etmemiştim. Değil onları aşağı görmek, hiçbirini kendimizden hiçbir surette ayrı tutmamışızdır" diye yazısına başlıyordu.

Bu "büyük anne" lerden biri Gülşen Bacıydı, biri Zarafet Dadı, üçüncüsü de Seyyare Dadı.

Yücel yazısında Seyyare Dadı’nın oğlu Niyazi Beyin sonraları Aydın’da Maarif Müdürü olduğunu anlatıyor, ama 1931’de Atatürk Aydın’dan geçerken kendisinin zenci olduğu için görevden alınıp Ankara Kalesi Müzesi’ne atandığını belirtiyordu. Niyazi Bey uğradığı bu haksızlığı Atatürk’e bildirerek şöyle demişti "Çanakkale’de sizin yanınızda dövüştüm kaç kez yaralandım. Cephelerde ölesiye dövüşürken Türküm de ,Aydın’da maarif müdürü iken mi Türk sayılmayacağım? 

Niyazi Bey İstanbul’da bir göreve gönderilmiştir ve yapılan yanlış düzeltilmişti. Ama zencileri küçümseme yüzünden Niyazi Beyin görevden alınması bizde ayrımcılığın yapılmadığı savına ters düşüyordu.

Yücel bu yazısının Courrier dergisinde çıkmasını istiyordu. Ama Afrikalıların ne ölçüde duyarlı olduklarını bildiğim için yazıyı dergiye aktarmaktan çekindim. Çünkü onlar kölelik rejimlerini suçluyorlardı. O düzen içinde insanların kişisel davranışları düzeni değiştirmiyordu. Hasan-Âli Bey bana ikide bir "Benim Negrolar makalesi tercüme edildi mi?" diye soruyordu. Yazıda belki ufak bir rötuş gerekiyordu. Bundan çekiniyordum. O yazı Courrier’de çıkmadı. Hasan-Âli Beyin bu son dileğini yerine getiremediğim için hala çok üzgünüm. 

Birgün de Hasan-Âli Bey "Paris’te kimlerle görüşüyordun?" diye sordu. Pertev Boratav’la, Abidin’le, Avni’yle" diye yanıt verdim. Üçünü de tanıdığını biliyordum."Görmek isterseniz, üçünü de yarın akşam yemeğe çağırabilirim" dedim. "Çok iyi olur, dedi, görüşmek isterim. Ama biz bize olalım. Başkalarını çağırma"

Ertesi akşam Hasan-Âli Beyi alıp o yıl Paris’te Rue Gutenberg’te oturduğum küçücük apartmanıma getirdim. Az sonra Avni geldi, sonra Abidin, sonra da Pertev Boratav.

Yücel üçünü de kucakladıktan sonra Pertev Boratav’a "Pertev, dedi, yine mi kırmızı kravat? O senin kırmızılığın yüzünden benim başıma neler gelmedi?"

Hasan-Âli Bey Üniversitelerdeki solcu Profesörler olayına değiniyordu. Yani, Pertev Boratav, Niyazi Berkes, Mediha Berkes ve Adnan Cemgil’in solculuktan dolayı üniversiteden atılmalarına.

Pertev Boratav "İyi bakın üstadım, dedi, benim kravatım kırmızı değil, vişne çürüğü. Ama sizin kravatınızda kırmızı benekler var."

Hasan-Âli Bey

"Evet ama, dedi, benimkiler ufacık. Ben sizin gibi haykırıyor muyum?"

Avni Arbaş o akşam Hasan-Âli ile ilgili bir yığın anısını anlattı. Akademi öğrencileri Hasan-Âli’nin Bakanlığı döneminde bir sergi açmışlar. Hasan-Âli sergiyi gezmiş ve o zamanki Akademi Müdürü Burhan Toprak’a "Bu akşam bize bir çay verin de arkadaşlarla tanışayım," demiş. Akşam, Akademinin kütüphanesinde bir çay düzenlenmiş; Yücel de öğrencilerle ve hocalarla uzun uzun dostluk etmiş. Sonra Avni’ye "Ankara’ya geldiğin zaman bana mutlaka uğra, görüşelim," demiş. Avni tabii bu çağrıyı hiç ciddiye almamış. Aradan birkaç ay geçmiş; Avni, bir iş için Ankara’ya gitmiş, bulvarda yürürken bir de bakmış Hasan-Âli Bey’in arabası geçiyor. Yücel arabayı durdurmuş "Neden" demiş; "Ankara’ya geliyorsun da bana uğramıyorsun?" Avni ne söyleyeceğini şaşırmış. "Rahatsız etmek istememiştim" diyecek olmuş. Hasan-Âli "yok öyle şey, demiş, atla arabaya."

Birlikte Bakanlığa gitmişler. Özel kalemde sıra bekleyenler falan, kıyamet. Hasan-Âli, Avni’yi makamına almış, kahve, sigara... Derken özel kalem müdürü, ya da bir genel müdür odaya girecek olmuş, önemli bir şey söyleyecekmiş herhalde. Bakan; "Görmüyor musunuz, önemli bir şey görüşüyoruz, ne diye bizi rahatsız ediyorsunuz?" diye müdürü geri çevirmiş.

Avni, Hasan-Âli’ye "o gün nasıl mahcup oldum, bilemezsiniz" dedi. Hasan-Âli de keyifli keyifli güldü. "Bizim sanatçıya verdiğimiz değer her şeyin üstündedir" dedi.

Avni, Hasan-Âli’ye başından geçen başka bir olayı da şöyle anlattı:

"Bakanlığınız döneminde, vatanı tanıyalım diye genç ressamları Anadolu’ya yolladınız. Bana da Siirt düştü.  O sırada Avni, yazar ve edebiyatçı Nahit Sırrı Örik’e rastlamış.Siirt’e gideceğini söylemiş. Nahit Sırrı "Aman, Avni Bey," demiş; "siz çok gençsiniz, yakışıklısınız, dikkat edin başınıza oralarda bir iş gelebilir. Bu erkeklere hiç güven olmaz. Ben çok aralarında bulundum, bilirim..."

Hasan-Âli bastı kahkahayı!..

Avni hikayesini şöyle sürdürdü.

  Binbir macera ile Siirt’e vardım, ilk işim hamama gitmek oldu. Peştamala sarılıp halvete girdim. Hamam bomboş, yalnız karşımda dev gibi bir adam, "Evlat, evlat, dedi, hele gel bakayım yanıma." Tası, sabunu bıraktığım gibi kaçtım. Sizin yüzünüzden az daha başıma neler gelecekti..."

Hasan-Âli bu hikayeye de bayıldı. Durup durup "Avni, dedi, anlatsana şu hamam hikayesini."

Hasan-Âli ile birkaç kez daha buluştuk. Bir Pazar Zeki Karabuda ve Avni Arbaş’la birlikte Yücel’i Chartre Katedrali’ne götürdük. Hasan-Âli çok keyiflendi, Fransa’ya bayılıyordu. Bir yığın hikaye anlatıp hepimizi güldürüyor, sonra sözü yine Avni’ye getirerek, 

"Avni, diyordu, anlatsana Siirt hamamında başına gelenleri..."

Akşamları Unesco’da gösteriler oluyordu. Bir akşam Kara Afrika Bale Topluluğu’nun bir gösterisi vardı. Hasan-Âli o gösteriye Bedri Rahmi ile gitti. Bedri, ertesi gün şunları anlattı:

"Hasan-Âli bayıldı zencilere. Hiç durmadan "Ah şekerim, vah şekerim" dedi durdu. şekeri arttı mı bilmem."

Yücel Genel Konferans bitince Can’ı görmek için Londra’ya gitti. Oradan bir kart aldım. Grev nedeniyle ancak 30 Aralıkta İstanbul’a dönebileceğini belirtiyor ve "Burada çocuklarla haşır neşirim. Benim Negrolar tercüme edildi mi?" diye sorduktan sonra dostlarının üçüne de ayrı ayrı selâm ve sevgilerimi iletmemi istiyordu.

Sonra Hasan-Âli Bey İstanbul’a döndü. Tevfik Sağlam Paşa hastalanmıştı. Tonguç’un ölümünden sonra onu da yitirmekten çok korktuğunu biliyordum. 

O sıralarda Kurucu Meclis Üyelerinin adları açıklanıyordu. Yücel yoktu onların arasında. Yakınları İnönü’ye neden eğitimciler arasında Hasan-Âli Beyin adının bulunmadığını sormuşlar. O da unuttuğunu söylemiş.

Bunun üzerine Yücel Kurucu Meclis’e gazeteciler listesinden girmeyi düşünmüş. Ne var ki Gazeteciler Cemiyeti başkanı Burhan Felek kendisine Altan Öymen ve İlhami Soysal’ın aday gösterileceğini, bu yüzden adaylıktan vazgeçmesini istemiş. Bu da Yücel için bir düş kırıklığı olmuş.

şubatın son günlerinde Hasan-Âli Bey Unesco Milli Komisyonu’nun bir toplantısına katılmak için İstanbul’a gitmiş. Prof. Tevfik Sağlam Paşa’nın evinde kalıyormuş. İşte tam o sırada, 26 şubat 1961 sabahı Yücel geçirdiği bir kalp krizi sonucu yaşama veda etmiş. Türk Milli Eğitim’ine altın dönemini yaşatan tarihsel kişi böylece bir Unesco toplantısının arifesinde aramızdan ayrılmış oldu.

Türkiye’de uzun yıllar Unesco denince akla ilk gelen insan Hasan-Âli Yücel’di. Çünkü Kasım 1945’te, Londra’da Unesco’nun kurulmasına karar verilen toplantıya katılan az bakandan biri de Hasan-Âli Beydi. Londra’da yaptığı bir konuşmada şöyle demişti. "Birleşmiş Milletler’in eğitim ve öğretim alanında yapacakları iş birliğini dünya barışının temeli sayıyoruz. Milletleri barışa hazırlayan en büyük güç eğitimdir. Artık bütün dünyada eğitimi bu prensiplere bağlamak zamanı gelmiştir. Yıkma olanaklarının korkunç bir ölçüde arttığı bir dönemde ulusların tek sığınağı kardeşlik idealidir."

İstanbul’a döndüğünde Yeşilköy Havaalanında sevgi gösterileriyle karşılandığını biliyorum. Gazeteci dostlarım Selâmi Akpınar’la Halûk Durukal kendisine Londra izlenimlerini sormuşlar.

O da şöyle demiş:

-Siz bana Londra’da Dışişleri Bakanı Bevin’le neler konuştuğumu sormuş olun, ben de size anlatayım. 

Bir süre önce İngiltere’de genel seçimler yapılmış. İşçi Partisi iktidara gelmiş ve eski sendika liderlerinden Bevin de Dışişleri Bakanı olmuştu. Yücel İşçi Partili bir Dışişleri Bakanı ile konuşmuş olmanın coşkusunu yaşıyordu.

Hasan-Âli Yücel neler yapmıştı Milli Eğitim’de. Bu öyle kısa bir konuşmaya sığdırılacak şeyler değildir.

-Köy Enstitüleri’nin kuruluşu ve geliştirilmesi

-Ankara Devlet Konservatuarı

-Çeviri Bürosu

-Ansiklopediler

-Dilin Türkçeleştirilmesi

-Eski eserlerin korunması

-Müzeler

-Üniversiteler Yasası

-Beden Eğitimi

-Devlet Resim ve Heykel Sergileri

Bunların her biri birer devrim tarihidir. Böyle bir söyleşiye sığmaz.

Yücel’in ölümünden 34 yıl sonra 1995’te Unesco Milli Komisyonu’nda bulunduğum sıralarda, Paris’ten gelen bir yazıda 1996 1997 yıllarında yıldönümleri kutlanacak kişi ve olayların listesi isteniyordu. Ben Yücel’i önerdim. 1997’de 100 yaşında olacaktı. Komisyonda hiç buna karşı çıkan olmadı. şöyle bir yazı hazırladık.

"Türkiye’de eğitim alanında büyük reformlar yapan, kırsal kesimde okumaz yazmazlığa karşı koymak için köy enstitülerini kuran, Dünya klasiklerini Türkçeye çevirten, Unesco’nun Kuruluş Anlaşmasına Türkiye adına imzasını koyan şair, yazar, Hasan-Âli Yücel’in doğumunun 100. yıldönümü kutlamasını öneriyoruz."

Bu öneri önce Milli Komisyon’da, sonra Paris’te Unesco Yürütme Kurulu’nda, sonra da 18. Genel Konferans’ta onaylandı ve birkaç yerde anma toplantıları düzenlendi.

Yücel bunu hak etmiş bir düşünürdü. Alçak gönüllüydü ve  "Ben kendi ayağımla hiç sahneye çıkmazdım, ama sahneden de hiç inmedim" dediği anlatılırdı.

Evet ölümünden 43 yıl sonra da Yücel’in o sahneden hiç inmediğini görmekle mutlu oluyoruz.

Son olarak bir de şunu belirtmek isterim. 1971’de Unesco’da eski Fransız Başbakanlarından Edgar Faure’un başkanlığında uluslararası bir eğitim komisyonu toplandı. Bu komisyon birkaç yıl çalışarak "Var olmayı öğrenmek" adıyla 350 sayfalık bir rapor yayımladı. Çeşitli ülkelerdeki eğitim deneyimlerini gösteren  rapor hazırlandı. Bizim Köy Enstitüleri bunların hiçbirinde yer almadı. Oysa Köy Enstitüleri tam genç ülkelerin aradığı türde devrimci ve çağdaş birer okuldu. Biz bu seferberliği 1940’larda başlatmıştık. Bunların uluslararası çevrelere ve özellikle sömürgecilikten kurtulan genç ülkelere örnek olarak gösteremedik.

O dönemlerde Hasan-Âli’nin adını anmayan Eğitim Bakanları ve Milli Komisyon üyeleri ne oldu acaba? Hepsi tarihin karanlıklarına gömüldüler. Hiç birinin adı kalmadı, ama Yücel hâlâ yaşıyor.

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.