MAHMUT MAKAL Aralık 2003, Sayı:1 İlk İmece ve İnönü

İstanbuldaki Köy Enstitülüler toplanıp karar vermişler: İmece adıyla bir dergi çıkarılacak. Derginin isim babası Sabahattin Eyüboğlu. Eski Akçadağ Enstitüsü Müdürü Şerif Tekben bana bir mektup yazdı ve Ankara’daki Enstitülülerin İsmet İnönü’den ilk sayı için bir başyazı, olmazsa bir demeç almalarını istedi. Ankara grubu da bu başyazıyı benim almamı kararlaştırdı. Derginin ilk sayısı Nisan 1961’de çıkacağına göre, en geç mart ortalarında bu işin çözülmesi gerekiyor. Hemen telefon ettim. Birkaç gün sonrası için randevu verdiler.

Gideceğim yer, Tandoğan Alanında Anıtkabre yakın Ayten sokakta bir ev. İnönü’nün damadı Metin Toker’in evi. Vurgunlarla, hortumlarla ilgisi olmayan ve bir kuruşun neden eksik çıktığını bir gün araştıran İnönü, Çankaya’daki Pembe Köşkünü Hindistan Büyükelçiğine kiraya vermişti.

Randevu günü saat onu çeyrek geçe Ulus’taki işyerimden hareket ettim. İstasyona doğru yürüyorum. Gideceğim yer istasyonun arkasında. Ağır ağır yürüyorum ve düşünüyorum:

Tonguç anlatmıştı. İnönü ile Trabzon’a gittiklerinde çevrelerini saran halkı daha geriye iterek Paşa ile görüştürmek istemeyen milletvekilleri ve bürokratlar, "Siz derdinizi söyleyin, biz Paşaya iletiriz" diye çabalarlar. Bir yere oturduktan sonra Paşa, kimseye bir şey söylemeden arabasına yürür ve Askeri Hastaneye sürmelerini ister. Hastanede bir sağlıkçı çavuştan başka kimseyi bulamaz ve sırtını okşadığı çavuşa şunları söyler: "Her devirde senin sırtına sarmışlardır işi, dayan!"

Tonguç ve İnönü kafama takılınca Memduh Şevket Esendal geliyor aklıma. 1943-45 arasında CHP’nin genel sekreterliğini yapan Esendal, bir gün üst düzey bürokratları Türkocağı’nın salonuna toplayarak, onları geriye doğru yönlendirme söylevi çeker: "Köylüye elektrik, çift motoru lafı ederek kafasını bozmayın, rahatını bozmayın" der. Partinin sağa kayması da sanırım o günlerde başlar. İnönü’nün çevresi bir hoş insanlarla sarılmaktadır... Tonguç’un anlattığı bir şey daha var Esendal ile ilgili: "Bir gün İnönü ile Güney gezisinden dönüyoruz. Gölbaşında Parti Genel Sekreteri karşıladı. Beni kendi arabasına aldı ve hemen söze girdi: "Bu adamı neden gezdirip duruyorsunuz. Yarın bizim vereceğimiz raporlara inanmaz..."  Tonguç işin doğrusunu söyler: "Bizim ne haddimize, o bizi gezdiriyor." O yıllarda, Esendal’ın taze kan olarak Partiye alıp Meclis’e seçtirdiği bir grubu vardır. 1943 seçimleriyle girmişlerdir. Din derslerinin konulması için uğraşan, Köy Enstitülerini örselemek isteyen bir gruptur. 1950 genel seçimlerinde çoğunluk sistemini seçim yasasına sokanlar da bunlardır. Hatta partiden bazıları Paşaya gidip çoğunluk sistemi iyi değildir, dediklerinde Paşa: "Profesör ne diyorsa öyle yapın" der. Profesör dediği Nihat Erim’dir. Demek ki çevresini saranlara bir yerde söz geçiremiyor... Nihat Erim dedim de, İnönü döneminde Çankaya’da tercüman olarak çalışan Nurullah Ataç şöyle demişti bana: "Senin tutuklanman da salıverilmen de buradan, Köşk’ten geçti..." O zamanın Başbakan Yardımcısı Nihat Erim yine kandırmıştı Paşa’yı. Ya da Paşa’nın dışında kotardıkları işe Paşa müdahale etmişti. 

Ayten Sokaktaki bu evde İnönü’yü son yıllarda birkaç kez ziyaret etmiştim. Özellikle Uşak’ta taşlandığı, Yeşilhisar’da yolu kesildiği sıralarda... Dönem Menderes dönemiydi. Kapısında bir polis noktası vardı. Kimlik mimlik bir sürü kayıttan sonra girebiliyordum. Bu ortamda nasıl gelebildiğime İnönü bile şaşıyordu.

Randevuyu saat 11’e vermişlerdi. Tam zamanında kapının ziline bastım. Beni üst kata aldılar. Paşa beni orada odasında kabul edecekti. Girdiğimde koltuğunda gazete okuyordu. Üstünde çizgili siyah elbisesi vardı. Elini öptürmedi.

"Senin yazını okuyorum" dedi.

O günkü Ulus Gazetesinde "Gül-Bülbül" adlı bir yazım vardı. Vatan Gazetesinde Köy Enstitülerini ve beni hedef alan bir yazısı dolayısıyla Behçet Kemal Çağlar’ı yanıtlıyordum.

İnönü:

"Kişi, insan kaybetmeye değil, davasına insan kazanmaya bakmalı" dedi. "Hele bu kazanacağın kişi Behçet Kemal gibi bir bereketli toprak olursa."

Genellikle bürokraside sekreterler gazeteleri gözden geçirirler o daireyle ilgili haberleri kesip bakana, müdüre sunarlar. Kendi haberleri dışındakiler de başkanı, müdürü pek ilgilendirmez. Duymuştum: İnönü bizzat gazeteleri inceler ve okurmuş. Şimdi bunu somut olarak görüyordum.

İnönü Behçet Kemal’den söz ederken, Varlık Dergisi sahibi Yaşar Nabi Nayır’ı anımsadım. Nayır: "Bu memlekette kişilere çatmadan yazı yazarsan, memleketi satsan bile yakanı kurtarırsın" derdi. Bense, bir türlü kurtulamıyordum kişilere çatmaktan.

"Behçet Kemal’i tanıyor musun?" diye sordu.

"Hayır Paşam, tanımıyorum."

"İstanbul’dan çağırıp tanıştırayım mı, ister misin?"

"Zahmet etmeyin Paşam."

"Zahmet olmaz. Ona çatmak yerine, bul O’nu, davanı anlat. Yani tohum ek, tohum hemen yeşerir, senin davanı savunur. O bereketli topraktır çünkü..."

Dergi çıkaracağımızı, yazı istediğimizi söyledim.

"Bunları aşağıda salonda konuşuruz" dedi.

Tam saat 12’de aşağıya indik. Salonda sofra hazırdı. Yemeğe buyur ettiler. Demek ki yemeğe bırakmak için erken saata vermişler randevuyu.

Eşi ve geliniyle birlikte dört kişiydik sofrada. Onlara, Köy Enstitülerini ve Enstitülüleri anlattı yemek boyunca. Köy çocuklarının temelden yurtsever, işsever, kişilikli olduklarını, Cumhuriyet’e, devrimlere sahip çıktıklarını, korkaklığın onlara yaklaşamadığını, bugünkü ortamdaki tutumlarıyla büyük bir sınav verdiklerini...örnekler vererek anlattı uzun uzun. (Bu düşüncelerini birkaç gün sonra gazetelere verdiği bir demeçte de belirtti).

Yemekten sonra eşiyle gelini çıktılar. Paşayla söyleşiye daldık. "Ben yazı yazmakta güçlük çekiyorum" dedi. Bunu hangi yönden söylediğini pek anlayamadım ama, o arada "birlikte yazalım" dedi. Kağıdı kalemi çıkardım, arada bazı şeyleri bana da sorarak yazdırmaya başladı.

Bu arada Partinin Genel Sekreteri İsmail Rüştü Aksal geldi. Kapıyı yarım açarak başını gösterdi.

"Ooo Paşam, Hocayla kaynatıyorsunuz!.." dedi.

"Ben Onu şimdi yollarım" diye fısıldayarak salondan çıktı Paşa. Nitekim iki dakika sonra geldi...

Yazı bittikten sonra:

"Sen bunu temizce yazar getirirsin, imzalarım" dedi ve birkaç gün sonrası için randevulaştık.

Daktilo ile iki örnek olarak yazdığım yazıyı randevu günü saatında götürdüm. Okudu ve çok beğendiğini söyledi; alnımdan öptü. İmzaladığı iki örnek yazının birini bana verdi anı olarak. Ötekini de bir zarfa koyduk, üstüne "İmece’ye yazı" diye yazdılar. Zarfı "Hatıralar Sandığı"na attık. Hatıralar Sandığı, tıpkı seçim sandıkları gibi, ortasında zarf girecek kadar deliği olan bir sandıktı. 2003 yılının sonlarında bile belki de hala açılmamıştır.

Bu yazının ilk cümlesi şöyledir: "Köy davasına kendilerini vererek çalışacakların dergisine daha uygun bir ad bulunamazdı." Yazının sonlarından da küçük bir bölüm almak isterim buraya: "Yalnız bizde değil, bilemediğimiz yabancı memleketlerde dahi Türkiye’nin koyduğu sistem büsbütün yeni ve geniş ümitlerle dolu görülüyordu. Bu kurumların en verimli devirlerine ayak bastıklaırndan itibaren asıllarından ve hedeflerinden yoksun bir hale düşürülmeleri, memleket için gerçek bir talihsizlik olmuştur. Bu büyük kayıp yanında, insana teselli veren çok önemli tek konu, Enstitülerden yetişenlerin büyük çoklukla idealist olduklarının anlaşılmış olmasıdır. Güçlüklerle dolu insafsız günlerin çetin sınavların idealistler yüz akıyla geçirmişlerdir."

Ayrılırken, 250 liralık çek verdiler. Çıkacak dergiye abone ücretiydi bu. Derginin yıllığı on lira olduğuna göre bu para 25 yıllık abone ücretiydi. Aslında dergiye yardımdı.

İnönü’den ayrıldıktan sonra, geldiğim yolda yürürken yine düşünüyordum. Köy Enstitülerinin 62. kuruluş yıl dönümünde Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneğinin İzmir’de düzenlediği açık oturumda söylediklerimi o zaman içten içe sıralıyordum sanki: "Kişilikleri korunarak ve geliştirilerek yetiştirilen Enstitülüler, bu kişilikleriyle, köy okullarında çağcıl eğitimin uygulanmasına, tarımda yeniliğin başlamasına, köylerin yola, suya, bağa-bahçeye kavuşmasına önderlik etmişlerdir. Yazgıcılık, bilgisizlik ve bürokrasi ile savaşarak yeni tutum ve düşüncelerin halka ulaşmasına kadar her alanda köy toplumunu etkileyip kıpırdatmışlardır. Yüzyıllarca uyutulmuş köylüyü ve köy yaşamını harekete geçirmişlerdir. Karakter, kişilik ve iş eğitiminden gelen becerileriyle, 20. Yüzyıl Türkiyesine damgalarını vurmuşlar, 21. Yüzyıl Türkiyesinin de gereksinimi olmuşlardır. Bu uygulamadan dönüldükten sonra, eğitim çıkmazına girilmiş, çağın dışına itilmişizdir. İnsanlık 21. Yüzyıla girmişken bizim Ortaçağa doğru yelken açmamızın nedenleri buradadır. Demokratik ve çağcıl bir eğitimin ürünü olan, tuttuğunu koparan, başları dik, boyun eğdirilemez bu kitlenin yenilerinin yetişmediğine ne kadar yansak azdır..."

Yeniden İmece, İnönü’nün başyazısını belki de yeniden yayınlayacaktır.

İlk İmece bir süre İstanbul’da yayınlandı. Sonra Ankara’ya aldık ve Ankara ekibi yönetti. Şimdi Yeni Kuşak Köy Enstitülüler İzmir’de sürdürecekler İmece’nin yayınını. Yeni Kuşağın beklenenden de iyi çalıştıklarını görüyoruz. Kısa sürede, çok güzel incelemeler içeren "Köy Enstitüleri ve Yeni Arayışlar" kitabını da çıkardılar. Şimdi Yeniden İmece’yi çıkarıyorlar. Toplantılar, açık oturumlar birbirini izliyor. Bayrağı eski kuşaktan devraldılar. Köy Enstitüsü düşüncesini, çağdaş eğitim bayrağını hep önde tutup dalgalandıracaklarına inanıyorum. Gözümüz arkada kalmayacağı için de mutluyum. Kendilerini kutluyorum.

İstanbul’da açlıktan ölen Şair Bedri Gider’in şiiri Enstitülüleri anlatıyor onların dilinden:

 

VATANCA

Ben şah kadar

Ben padişah kadar

Mesut, asude rahat olmuşum

Kuş sütünden gayrı her şeyi bulmuşum

Saadet bu mu

Geri dursun

Saadet olunca

Vatanca olsun.

 

 

 

Faust'tan Tonguç'a...

 

Şubat 2004, Sayı:2

 

"Hakkı, senin suçun nedir biliyor musun: Köy çocuklarına sıçmayı öğretmeden okumayı öğretmendir..."

 

 

Köy Enstitülerini kuran ve on yıl süreyle en önde destekleyen dört kişidir. Göreve geliş sırasıyla; Saffet Arıkan, İsmail Hakkı Tonguç, İsmet İnönü ve Hasan Ali Yücel. Dördü de, Cumhuriyetin ilkeleri ve bilgisizliğin yok edilmesi konusunda aynı görüşte olan insanlardır. Hepsi de eğitim ve kitap konusunda iyi düşüncelere sahiptirler. Dünya klasiklerinin hızla Türkçe’ye çevrildiği ve yayımlandığı 1940’lı yıllarda, Cumhurbaşkanı İnönü klasiklere yazdığı önsözde şöyle der: "Eski Yunanlılardan beri milletlerin sanat ve fikir hayatında meydana getirdikleri şaheserleri dilimize çevirmek, Türk milletinin kültüründe yer tutmak ve hizmet etmek isteyenlere en kıymetli vasıtayı hazırlamaktadır. Edebiyatımızda, sanatlarımızda ve fikirlerimizde istediğimiz yüksekliği ve genişliği bol yardımcı vasıtalar içinde yetişmiş olanlardan beklemek, tabii yoldur. Bu sebeple tercüme külliyatının kültürümüze büyük hizmetler yapacağına inanıyoruz."

Atatürk döneminin son Eğitim Bakanı ve Eğitmen Kurslarıyla Köy Öğretmen Okullarının temelini atan Saffet Arıkan’ın düşünceleri de aynı yola çıkar. Kitapsız, edebiyatsız eğitim olamayacağını anımsatan Arıkan şöyle demektedir: "Eğitim sorunlarını çözmeden ne demokrasi olur ne de kalkınma. Atatürk devrimlerinin benimsenip sürdürülmesi buna bağlıdır."

Saffet Arıkan’dan sonra Eğitim Bakanlığına getirilen Hasan Ali Yücel’in, dünya edebiyatından çevrilen klasiklerin önsözünde belirttiği kitap ve düşünce eğitimi konusundaki düşünceleri ise şöyledir: "Humanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş aşaması, insan varlığının en somut şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar. Sanat şubeleri içinde edebiyat, bu ifadenin zihin unsurları en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi, zeka ve anlama kudretini o eserler nisbetinde artırması, canlandırması ve yeniden yaratmasıdır. İşte tercüme faaliyetini biz bu bakımdan ehemmiyetli ve medeniyet davamız için müessir bellemekteyiz. Zekasının her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat bütün kütlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir tesire sahiptir..."

1935-1946 yılları arasında İlk öğretim Genel Müdürlüğü yapan Tonguç’a göre de her şeyin başı okumak: "Genel olarak çok okuyan, okuduğunu anlayarak iyi düşünebilen bir kuşağı hızla yetiştirmek zorundayız. Okuma ile ilgisini kesenlerde görülen bir ruhsal durum da, okuyanlara karşı bunların duydukları antipati ya da kindir. Piyasada serbestçe satılan, çeşitli sanat ve kültür konularıyla çağımızın en önemli sorunlarını aydınlatmak üzere tam yetkili uzmanlar, ünlü sanatçılar tarafından yazılan eserleri okudukları için hoşlanılmayan sıfatlarla kirletilmek ve suçlandırılmak istenenlere karşı gösterilen antipati, kültür tarihimizde bir leke olarak kalacaktır. Hele okuma düşmanlarının belli amaçlar güderek henüz okumaya başlayan Köy Enstitü'lü öğretmen ve öğrencilerine karşı takındıkları tavır, ülkenin kültür yaşamı için en büyük felaketlerden biridir.

Genç kuşak, bilim, sanat ve teknikle ilgili değer taşıyan bütün eserleri, tekrar tekrar anlamlarını iyice kavrayıncaya kadar okumalıdır. Sağlam ve köklü Cumhuriyet Yönetimi kurmanın, demokrasiyi geliştirip yaşatmanın ana koşulu budur. Herhangi bir nedenle okumaktan yoksun kalanlar, ekmek ve sudan yoksun kalmış olanlar derecesinde sıkıntı ve acı duyabilmelidir. 

Aydınları serbest okuma alışkanlığı kazanamayan toplumlarda, düşündüğünü yazan, fikirlerini açıklayan insan da pek az olur. Böyle insanların kıt olduğu yerde düşünce hayatı canlanamaz. Toplumun en önemli işleri, kanılarını saklayan, esen yele göre fikir değiştiren kişilerin elinde kalır. Demokrasi için en tehlikeli yaratık demagogtur. Fikir adamlarının sustukları, sindikleri demokrasilerde, demagog denilen mikrop, kendisi için en iyi çevreyi bulur; orada beslenir. Kuvvetlendiğini hisseder hissetmez, okuma yazma bilmeyenlerle bilip de okumayanlar arasında taraftarlar toplayarak, etrafa saldırmaya başlar; bilimsel değerleri parçalar, çürütür. Olumlu işlerin önüne engeller yığar. Toplumu kolayca sömürülecek bir sürü haline getirmek için uğraşır..."

Tonguç ve Yücel döneminden sonra Eğitim Bakanlığının başına getirilen Reşat şemsettin Sirer’in ana görüşünü yazımızın başında gördünüz. Bu sözü, Tonguç’u görevden ayırırken söylemişti. Sirer bununla yetinmemiş, Köy Enstitüsü öğrencilerinin çok okuduklarını, düşün ve eleştiri ürettiklerini ileri sürerek İnönü’ye şöyle demiştir: 

"Paşam, bunlar böyle bir eğitim görür, böyle yetişirlerse, biz bunları asla idare edemeyiz..." (Canlandırılacak Köy’ den)

Türkiye’de iktidarlar 60 yıldır bu anlayışı sürdürmüşlerdir. Köy Enstitülerinin yerine İmam Hatip okullarını, Halkevlerinin yerine Kuran kurslarını üretmişlerdir. Ülkemizin 21. yüzyıla ilkçağ zihniyet ve manzaralarıyla girmesi bu anlayışın sonucudur...

Görüldüğü gibi, Sirer, okumaya, iş içinde yürütülen çağcıl eğitime, yani okurken, yaparken eğitilmeye karşıydı. Kendisini yakından tanıyanlara göre de ruh hastasıydı. Tonguç’un sağ kolu Ferit Oğuz Bayır, böyle hasta bir adamın Eğitim Bakanı yapılmasına şaşar dururdu. Yücel’in yerine onun getirilmesi aydınlarımızı düş kırıklığına uğratmıştı. İş adamı şakir Eczacıbaşı, geçenlerde bir tv açıkoturumunda şöyle dedi: "İnönü, Yücel’in yerine kimi getirirlerse iyi olur, diye Tonguç’la Sabahattin Eyüboğlu’na sordu. İkisi de "Sirer!" dediler." Olur şey değil. Eczacıbaşı yanılıyor olmalı?

Kitaba, okumaya, düşünmeye karşı olan; toplumu idare edenler-edilenler olarak ikiye ayıran Sirer, Bakan olur olmaz Müfettiş Fethi İsfendiyaroğlu’nu, Köy Enstitülerindeki okuma-yazma eylemlerini incelemesi için görevlendirir. İsfendiyaroğlu, yazdığı raporu, 1960’da Havadis Gazetesinde yayımladığı anılarına övünerek eklemişti. Bir İlkçağ anlayışıyla kaleme aldığı rapordan bir bölüm okursak, hem onların zihniyetini, hem de Köy Enstitülerindeki kitap ve okuma işlerini görürüz: 

"Milliyetçilik aşkını yakından tanıdığım Bakan şemsettin Sirer’in emriyle, müfettiş olarak Enstitülerin iç hayatını ve genel işleme tarzını tetkik ve teftiş etme fırsatını buldum. Aldığım sonuç şu: Çok sık kitap tanıtma, okuma, özünü açıklama, öğretmen ve öğrencilere bu eserlerin özetini çıkartma işi yaptırılıyor. Çocuklar boş zamanlarında hep ders dışı eserler ve roman şeklindeki kitaplar okumaktalar. Enstitülerde kitap okuma, özet çıkarma faaliyeti geniş yer almaktadır. Burada yetişenlerin birisi,tehlikeli yazılarla dolu Köy Enstitüleri Dergisi’ndeki yazıları köyde halka okumuştur. Yüksek Köy Enstitüsüne giren öğrencilere sınavda şu sorular sorulmuştur: İş ilkesine dayanan eğitim insanı nasıl mutluluğa götürür? Kendi hayatınızda başarılı iş görmenin tadını en çok ne zaman duydunuz? İş, insan için neden bir mutluluk kaynağıdır? Enstitülerde, okuma saatlerinde dergilerdeki parçaların okunmalarına, bunların anlattırılıp açıklanmasına, parçanın ana fikrinin buldurulmasına ve analizinin yapılmasına, bu yazılara benzer yazılar yazılmasına özendirme... kararlı bir tutumdur. Enstitülerin kitaplıkları, yerli ve yabancı, solcu, sosyalist yazarların eserleriyle tıklım tıklım doludur. Öğrencileri zehirleyen bu kitapların başlıcaları: Uyandırılmış Toprak, Ana, şahika, Reaya ve Köylü, Sarı Esirler, Minka Abla, Fontamara, Resim Öğretmeni, Değişen Dünya, Benim Üniversitelerim, Fikir ve Söz Hürriyeti, Elem Kaynağı, Ak Zambaklar Ülkesi’nde, Canlandırılacak Köy... Ayrıca, Vedat Günyol ile Doç. Orhan Burian klasikleri tanıtmak için Arifiye Köy Enstitüsü’ne gideceklerinde kendilerine kolaylık gösterilmiş. Klasiklerin, mahiyeti karanlık eserler olduğu göz önüne alınırsa, bu hareketin manasının anlaşılması kolaylaşacaktır..."

Görüyorsunuz, Bakanı da, müfettişi de milliyetçiliği "okumamak ve okutmamak" olarak algılıyorlardı. 

Nitekim, 1946 seçimlerinden 1950 seçimlerine kadar olan sürede, Tonguç’a çektirdikleri aklın alacağı gibi değil. Sözgelimi, Enstitü Öğretmeni İzzet Palamar’a kitap armağan etmesini bile TBMM kürsüsüne getirdiler. Bakanlık Danıştay’a dava açtı. Danıştay’a verdiği savunmasında şöyle der Tonguç: "1943 yılında İlköğretim Genel Müdürü bulunduğum sırada Hasanoğlan Köy Enstitüsü Öğretmenlerinden Tarımbaşı İzzet Palamar’a hediye ettiğim "Fontamara" adlı kitap yüzünden suçlandırılmak istendiğimi Bakanlık disiplin kurulunun 5.4.1950 tarih ve 24 sayılı kararını okuyunca anladım.

Fontamara adlı kitabın değeri Milli Eğitim Bakanlığımızca da takdir edilmiş olacak ki, bu Bakanlığın en salahiyetli organı olan Talim ve Terbiye Dairesinin 14.8.1945 tarih ve 2/1789 sayılı kararına dayanılarak Bakanlıkça satın alınmış, bütün yurttaşların faydalanabilmesi düşüncesiyle genel kitaplıklara gönderilmiştir.

Duyduğuma göre Fontamara adlı kitabın, öğretmen İzzet Palamar’ın Enstitüde bulunan hususi odasındaki kilitli dolabını kırarak çalan ve eski Maraş Milletvekili Emin Soysal’a veren bir hırsız vardır. Kanaatımca bu hırsız, Reşat şemsettin Sirer, Tahsin Banguoğlu ve Emin Soysal hesabına, onların muvafakatı ile işgören biridir.Bu kitabı eline geçiren Milletvekili, bu eserin muhtelif sayfalarından seçtiği işine yarayacak cümleleri yan yana getirerek (Köylü-şehirli ayrılığı ve Hükümet Aleyhtarlığına dair ihtilalci fikirler ve telkinler bulundu) intibaını verecek bir sözlü soru düzenleyerek, bunu TBMM’ye intikal ettirerek Milli Eğitim Bakanı’ndan cevap istiyor. Yine işittiğime göre, bu sözlü soru o zamanki Milli Eğitim Bakanı’nın evinde tertip ediliyor. Bakan, Mecliste, Milletvekili ile kararlaştırdıkları cevapları vererek hakkımda tahkikat açtırıyor. Sonunu beklemeden mevcut kanunlara aykırı olarak şahsi bir emri ile beni Talim Terbiye Kurulu üyeliğinden ayırarak Ankara Atatürk Lisesi öğretmenliğine naklediyor.

Reşat ş. Sirer  ile Tahsin Banguoğlu yıllardan beri Milli Eğitim Bakanı olmak ihtirası ile yanıp tutuşan  haris, anormal, kitap ve fikir hürriyeti düşmanı politikacılardır. Bakan, Köy Enstitülerinin okuyan ve düşünen müdürlerini vazifelerinden uzaklaştırarak bunların yerine okumayan, otomat gibi hareket eden kimseleri tayin etti. Yüksek Köy Enstitüsünden mezun olduktan sonra diğer Enstitülere tayin edilmiş olan gençleri oralarda kitap okuma ve talebeyi buna alıştırma işine hız verdikleri için şahsi bir emirle toptan yedek subay okuluna sevk ettirdi. Bunları oradan çavuş olarak çıkarttı. şifahi emirlerle Enstitülerde serbest kitap okumayı yasak etti.

Tahsin Banguoğlu da aynı yolu tuttu ve haksızca yapılmış işlerin hiçbirini düzeltmeye yanaşmadı. Hem dünya hem de Türkiye maarif tarihinde eşi bulunmayan bir terör havası yaratarak okuyan, düşünen öğretmenlerin ekmeği, işi, şerefi ile canı istediği gibi oynadı. 

Adları açıklanan bakanların bu gibi yanlış ve kanunsuz işlerine göz yummadığım, resmi toplantılarda vazife icabı olarak fikirlerimi açıkça söylemekten çekinmediğim için, onlar beni meslek efkarı umumiyesi nazarında lekeli göstermek yoluna saptılar. Bu istediklerini gerçekleştirmek için eski Maraş Milletvekili Emin Soysal’ı bir alet olarak kullandılar.

Emin Soysal’ın niçin bunlara alet olduğunu da kısaca anlatmam lazım geliyor. 1937 yılında İzmir’de açılan Kızılçullu Köy Enstitüsü Müdürlüğüne tayin edilmiştir. 1942 yılına kadar çalıştı. Aynı yılın ağustos ayı içinde bakanlıkça yaptırılan teftiş ve tahkik sonunda disiplin kurulu kararı ile üzerinden müdürlüğü alınarak Bursa Kız Öğretmen Okulu’na nakledildi. Teftiş ve tahkikler devam ederken benim kendisini korumamı ve İzmir’de bıraktırmamı istedi. Bu isteği yerine getirilmediği ve evrakı Memurin Muhakemat Kanunu’a tevfikan vilayet idare heyetine tevdi edildiği ve lüzumu muhakemesine karar verildiği için bunların benden bilerek intikam almaya kalkmıştır. 

Savunmam sırasında açıkladığım hususlar en yüksek adalet cihazı olan Danıştay’ın sayın üyelerinin hakikate kavuşturmak maksadıyla yalnız burada bahis konusu edebileceğim işlerdir. Otuz yıldan beri emek harcadığım öğretmenlik mesleğimin şerefini korumak için bunları yazmayı bir vazife borcu bildim. 28.6.1950

Ankara’da bir gün "Fikir Kulüpleri Federasyonu’nda bir açık-oturum yapıldı. Konuşmacılardan biri, sözü Köy Enstitülerine ve Tonguç’a getirerek "Sosyalizmden haberi yoktu" dedi. Orada anlattım: Tonguç, Karl Marks’ın ciltlerce "kapitalini almanca aslında okumuş sayılı Türk aydınlarından ve eğitmenlerinden biriydi. Kitaplığında tam takım halinde vardı. Bu konuyla ilgili sayısız kitap vardı kitaplığında. Ankara Kalesi’nin yanındaki evden Bahçelievler’e taşındığında kitaplığını birlikte yerleştirmiştik. Kitaplarını, kurulmasında ve gelişmesinde çok emek verdiği Gazi Eğitim Enstitüsüne armağan etmişti sonradan. Söz açılmışken şunu da belirtmek gerekir: Köy Enstitüleri, Hürrem Arman’ın deyişiyle sosyalist bir Türkiye için büyük oranda birikimler yapmış, kendi içinde hiçbir çelişkiye düşmeden kuruluş ve uygulamalarıyla bugün ve yarın için vazgeçilmeyecek yöntemler göstermişlerdir."

Köy Enstitülerinin ana ilkelerinden biri, okuma alışkanlığı ve dolayısıyla düşünme alışkanlığı vermekti. Bunda da başarılı oldukları alınan sonuçlarla belli olmuş. Okuyan Enstitü öğrencilerinde filizlenen düşünceleri belirtmek için, onların yazdığı yüzlerce kompozisyondan üç küçük örnek vermeden geçemeyeceğim:

"Yüz yıllardır köleleştirilmiş, son zamanlarda da uyuşturucu sözlerle afyonlanmış insanların uyarılması, görevini bilir, hakkını arar, alır olmaları, çevresine olduğu kadar doğaya da egemen olabilecek düzeye yükselmeleri görevini üzerimize almış bulunuyoruz." Veli Demiröz.

"Benim için en büyük mutluluk, insanların, milletimin, yüzleriyle, binleriyle değil, milyonlarıyla gülmesi, eğlenmesi, rahat yaşaması ve dünya nimetlerinden aynı derecede tatmasıdır." Hayrettin Özer.     

"Yurdun cennete çevrilebilmesi, milletimizin ileri milletler düzeyine çıkabilmesi üzerine kafa ile elin aynı düzeyde "yetişmesi" gerekir. Fikrin alın teri, el nasırı ile karışması şarttır. Fikir eser haline sokulmadıkça, başkalarına yarayacak şekle girmedikçe bence sıfır ve sıfırdır." Durmuş Ali Uğur

Çünkü öğrenciler kitap okuyorlardı. Dünya Edebiyatına, dünyaya açılmışlardı.

Bazı Köy Enstitülerinde araştırmalar yapıldı. Buna göre, Çifteler Köy Enstitüsünde yıllık okuma çizelgelerine göre en az okuyan öğrenci 16, en çok kitap okuyan öğrenci 65 kitap okumuşlar bir yılda. Cılavuz Köy Enstitüsünde en az okuyan öğrenci 17, en çok okuyan öğrenci 36 kitap okumuş. Kızılçullu Köy Enstitüsünde bu sayı en az 23, en çok 64 olmuş. Okunan kitapların isim listeleri de var ama buraya sığmaz.

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü başta olmak üzere Enstitülerde yapılan kitap tanıtma toplantıları (kampanyaları) ayrı bir öykü...

Enstitüler, Öğretmen Okulu adını aldıktan sonra kitaplıklar boşaltıldı. Önce çuvallara doldurularak depolara kaydırıldı; ardından kağıt fabrikalarına yollandı. Bunların öykülerini o yıllarda öğrenci olanlar, başta Savaştepeli Yılmaz Sunucu olmak üzere kitaplarında anlattılar.

şimdi bize kalan, yazının sonunda yine bir dörtlük okumak:

 

"Çözülür" demiş Faust "Bu kâinatın sırrı"

Ve onun için çarpılmış Hakkın cezasına

Demek ki hikmetinden sual olunmayan Tanrı

Razı değil milletin okuyup yazmasına

Mathios LÜBECK

Türkçe Söyleyen Can YÜCEL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mahmut Makal

 

Yirmi Çarpı Bin

 

Mayıs 2004, S.3

 

 

Okul iki öğretmenli. Başöğretmen olarak göreve başladım. Henüz eksikleri tamamlanmamış öğretmen evinin eksiklerini tamamladım ve içine oturdum. Bahar gelince tarım derslerinden yararlanarak okul bahçesine kavak ve badem fidanları diktim. Okul için ayrılan bahçeyi düzenledikten sonra ekerek ilk yılın buğday ve üzüm ihtiyacını karşıladım. Okul bahçesinin düzenlenmesinden sonra okulun kapı, pencere ve kiremitlerini değiştirdim. İkinci yıl, köy topraklarının yüzde altmışını sulayan ve üç kilometre uzaklıktan ağaçtan yapılmış su olukları ile gelen, yarısı yabana akan kaynak suyunun ağaç oluklarını atarak yerine betondan kanal yaptırdım. Köye yedi kilometre uzaklıkta ve yüzde on eğilimli bir dağ eteğinde, bir buçuk boruya sığabilecek kalınlıkta su kaynıyordu. Köy derneğinin oluru ve Hasan Göker’in önderliği ile işe başladık. Aile başına 35 metre su kanalı düştü. Köy kuruluna, Antalya Valiliğine, Devlet Su İşlerine, çimento ve demir boru yardımı için istek götürüldü. Su künkleri ve boruları kanallara yerleştirildi. Çam kokan tertemiz buz gibi su köyün merkezi beş yerine yapılan çeşmelere ulaştı. Köy sebze ve meyve bahçeleriyle donatıldı. Bu bahçeler de suya kavuştu… Bu uğraşı sonucu köyün her konutunda basınçlı su, elektrik vardır.

Yıl 1955. Erzurum Dumlu’da askerim. Çay kenarına konut yapmak düşüncesiyle 110 bin kerpiç kestirdim. Bir tatbikattan dönen Kumandan Mehmet Bayülken, dağ gibi kerpiçleri görünce duygulandı, boynuma sarıldı. "Hocam, sizin gibi vatanını seven kişilere az rastlanır. Bir de Köy Enstitüsü mezunu olmasaydın, seni bu orduda general yapardım." d edi. Aynen şu yanıtı verdim: "Binbaşım, eğer ben Köy Enstitüsü mezunu olmasaydım, ne bu kerpiçler kesilirdi, ne de buraya subay evleri yapılırdı… Bana bu iş eğitimini veren o kurumdur. Her Köy Enstitüsü mezunu en az benim kadar her yönlü, iş yapmada ve kültürel konularda bilgi sahibi…"

Tabura, blok şeklinde sekiz tane subay lojmanı yaptırdım. Bir takdirname ve bir saat verdiler. Yarıca, blokların alnına ‘Bu konutlar Teğmen Mustafa Akın tarafından yaptırılmıştır’ tümcesini yazdılar mermer üstüne.

Hasan Ali Yücel diyor ki: “Köy Enstitüleri ilkesi, bu pratik ilke tamamıyla bizimdir. Taklit değildir. Türkçe buluştur. Benzersizdir. Çünkü millet sevgisi gibi bir kaynaktan ilhamını almıştır. Pedagoji kitapları yazmaz, klasik pedagoglar bilmez. Bilmezler, çünkü bir eğitim kuramı değil, ulusal bir kalkınmanın temel ilkesidir ve onun gerçekleşmesi, hayata geçmesi atılımıdır…”

Mustafa Akın, Aksu çıkışlı...

 

Ya Kızılçullu çıkışlı Mestan Yapıcı ne der:

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Hayvan Bakım Bölümündeydim. Okulun hayvanlarıyla ilgileniyordum. Bir ara koyunlar kan işemeye başladılar. Ölen bir koyunun ciğerini alıp Veteriner Fakültesine götürdüm. İnceleme sonunda hayvan sıtması olduğu anlaşıldı. Keneden kaynaklanıyordu. Ağılları keneden temizledim, hayvanları iyileştirme çalışmalarına kendimi verdim. Ölümler durmuştu.

Cılavuz Köy Enstitüsü’ne öğretmen olunca, bir gün hasta bir tay getirdiler köyden. Tayın her yeri kene. Yediği yemden ve emdiği sütten yararlanamıyordu. Kış bastırmış, otuz kilometre uzaktaki Kars’a gitme olanağı kalmamıştı. Eldeki olanakları denemek gerekiyordu. Sabunlu suyla gazyağını belirli ölçüde karıştırdım. Flit tulumbasıyla bu karışımı taya püskürttüm. Keneler şişip düştükçe sahibinin gözleri büyüyordu. Bizim müdürse gülümsüyordu. Bunun yeterli olmadığını, tayın kaldığı yerinde ilaçlanması gerektiğini söyledim. Yanıma iki öğrenci aldım, köyün tüm ahırlarını ilaçladık.

Öğrencilerin geldikleri yöreler hayvancılıkla geçiniyorlardı. Okulumuz da köy öğretmeni yetiştiriyordu. Öyleyse, eğitim-öğretim çevre koşullarıyla bağdaşmalıydı. Çünkü okul laf ezberleme yeri olmamalıydı. Okulun üç yüz koyunu vardı. Koyunların bakımında nöbetçi olan öğrenciler, iki kuzu doğduğunu söylediler. Doğum erken olmuştu. Kuzular çok sevimli ama hastaydılar. Bir hafta sonra kuzular ölüyor haberi geldi. Koştum, kalbi destekleyici iğne yaptım. Kuzular melemeye başladı. Bu durumu gören öğrencilerin sevinçle karışık şaşkınlıkları görülmeye değerdi. Ders programını değiştirdim. Çünkü koyunlarda çiçek hastalığı vardı ve bu konuyu işlemenin sırasıydı. Dersliğe getirdiğim koç, hastalığın üçüncü dönemindeydi. Tabanı beton olan alt derslikte çiçek hastalığını, göstererek anlattım. Aşı yapılması gerekliydi. Bazı olanaklarımızın bulunmasına karşın aşımız yoktu. Kars’tan bir haftada gelebilirdi aşı. Köylerde bu olanak da yoktu. Kars’tan aşı gelene kadar hayvanlar ölürdü. En yalın yol olarak, koçun kuyruk altından ve koltuk altından çiçek sivilce kabuklarını bıçağın ucuyla bir fincana topladık. Üstüne süt doldurduk ve güneş gören bir pencere önüne koyduk. Ertesi gün iğneye taktığımız ipliği kulağın deliğinden geçirterek en yalın, en ilkel, ama yapabileceğimiz tek aşı yöntemini uygulamış olduk.

Yıllarca sonra emekli olmuş bu öğrencilerimden İzmir’de dinledim: Gittikleri köylerde, öğrendiklerini uyguladıklarını ve çok yararlı olduklarını söylediler.

Görevli öğrenci, tavuklardan bazılarının kümeste öldüğünü haber verince hemen kümese gittim. Tavukları gözetledim. Baktım esniyorlardı. Öğrencileri topladım; tavukların durumunu gösterdim. "Bu durum besin zehirlenmesini akla getiriyor" dedim. Sonra da bistürüyü parlata parlata tavukların nasıl otopsi yapılacağını gösterdim. Ölen bir tavuğun kursağı mısır doluydu. Bu mısırları inceledik, küflüydü. Küflü yem vermeyi önledik; hastaları da ilaçla kurtardık. Öğrenciler ve çevre bu çalışmalardan çok etkilendiler. Yaptığımız, geliştirdiğimiz her şey çevreye de yayılıyor ve güven veriyordu.

Bu çalışmalarımızın üstünden otuz beş yıl geçmişti. 1981’de Bayburt köylerini geziyordum. Buzağıya anasının ilk ağız sütünü içirmedikleri için buzağılar hastaydı. Yanlış inanışlar sürüyordu. Orası Kars değildi ve benim öğrenciler orada görev yapmamışlardı. Köy Enstitüleri de çoktan kapanmıştı. Büyük paralar ödenerek iyi cins boğa ve inek getirilmekteydi. Bayburt Teknik Ziraat Okulu da eğitim-öğretim yapıyordu sözde …

 

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü çıkışlı Ali Yılmaz’ı dinleyelim:

Okulu bitirmeden, yaz tatilinde, İlköğretim Genel Müdürlüğünün planlaması sonucu Musa Çınar’la birlikte Konya’nın Bozkır ilçesine gittik. Muhtarlar toplantısında kaymakam yan çizmeye başladı. "Bu müfettiş arkadaşlar, Ankara’dan bizim ilçedeki okulları yaptırmaya geldiler. Ama, hani biz daha önce konuşmuştuk: Herkes Aydın, İzmir ve Söke’ye çalışmaya gitti. Köylerde çalışacak kimse kalmadı değil mi?" Toplantıya ara vererek muhtarlarla özel konuşurlar ve okulların yapılmasında anlaşırlar. Kaymakamı da süresiz izne çıkmaya zorlarlar. Dereköy okulu yapılırken, işlik kapısının köşe bağlantısının şakülden kaçıklığı gözüne batar. "Usta, lentoyu atma, o köşe kaçık. Bağlantıları da olmamış, duvarı şişirmişsiniz" dedim ve attan atlayıp kapının köşesini yıktım. Başladım taşla köşesini yapmaya. Baktım iki usta aralarında konuşuyorlar: Yahu, çocuk ustaymış. Taşı attığı gibi duvara oturtuyor. Bir daha şişirme yapmadılar.

Golden Starking elmalarından aşı kalemleri seçtim. Hale şeftalisinden de uygun birer demet kalem hazırladım. Çantama paketler halinde yerleştirdim. Ertesi gün köyüme hareket ettim. Kalem aşısının tam mevsimiydi. İkiardıç yöresindeki ağaçlara kalem aşısı yaptım. Meyveler görmeye değerdi.

Yaz tatilimde, mezuniyet tezimle ilgili olarak, ekin tarlalarındaki otları topluyordum. "Anadolu Ekin Tarlalarındaki Arsız Otlar" adıyla tezim basıldı. Milletvekili Feridun Fikri Düşünsel okula gelince gördü. "Bu iş Ziraat Fakültesinin işi, Köy Enstitülerinin işi değil" dedi. Sonra bodrumdaki kitaplığa indik. Orada da "Bu kitapları öğrenciye nasıl verirsiniz?" diye bağırdı. Kitapları tehlikeli görüyordu besbelli. Kitaplık yöneticisi öğrenci arkadaşımız Ali Rıza Efecan, sıfatını falan düşünmeden onu kitaplıktan kovdu. Ben de laboratuara geçtim.

Köy Enstitülerinin ruhu ve programları değişiyordu. Reşat Ş. Sirer, bakandı. Bize uygun öğretmenlerimiz alınmış, bazı liselerden yeni öğretmenler atanmıştı. Hasanoğlan kan ağlıyordu. Bu yeni öğretmenlerden Salih Pala, "Defterinizi, kaleminizi hazırlayın, konuları size anlatacağım, siz de not alacaksınız" dedi. Lise biyoloji kitabını dikte ettirmeye başladı. Dedik ki: "Biz bu dersi dört yıl önce okuduk. Söyledikleriniz de yanlış. Kök biyolojisi de söylediğiniz gibi değil. Epidermis dokusundan oluşan kök ile Kambium tabakasından oluşan kök ayrı şeylerdir. Bize yanlış şeyler öğretmeyin". Salih Pala öğretmen bir tek bitki bile tanımıyordu. Bir ara iki tane çiçekli bitkiyi elime aldım, şu Lilicea familyasından Fagea Arvencis’dir, şu da Resedacea familyasından Rezeda Lutea’dır, dedim. Salih Pala şaşırdı ve sustu. Tonguç’un yerine gelen yeni Genel Müdür Köni’ye yakınmış sonra. Köni geldi Ankara’dan. "Bunlar senin başının altından çıkıyor" diye bana çattı. Dedim ki: "Ben derslikte arkadaşlarımı frenlemeseydim, arkadaşın Salih Pala hiç ders yapamazdı. Yolladığın bu öğretmenler Yüksek Köy Enstitüsü’nde öğretmenlik yapamazlar, yetersizler. Kendiniz girin dersleri izleyin." Daha sonra, ‘Botanik-Bitki Biyolojisi’ dersini ben verdim.

Buğday, arpa gibi kültür bitkilerine zarar veren arsız otlarla ilgili ilk çalışmamın üzerinden yıllar geçti. Bugünkü gibi kimyasal, biyolojik savaşım yolları yoktu. Tüm bu gelişmelerin ardından bitkilerinin tür yorgunluğunun yeniden araştırılması gerekir. Çalışmalarımı bir an önce tamamlamak istiyorum.

Köyüme ilk kez bataryalı radyo benimle girdi 1948’de. Semizotu, dolma kabak, domates tohumlarını da 1943’te köye getirdim. 1950’de traktör, mibzer, römork, araba, sokulu traktör pulluğu,  dicharrov yöreye benimle geldi. İlçenin ve yörenin ilk teknik çiftçisi bendim. Elma, şeftali, kiraz vb. olarak yeni tekniklere göre meyve bahçesi kurdum. İki yılda köylüyü toplu meyvelik kurmaya ikna ettim. Bütün teknik ve bilimsel rehberlik, dikim, bakım, ilaçlama, budama, sulama, çapalama gibi… Rehberlik bana aitti. Ben yapıyor ya da yaptırıyordum. Bahçeciliğin başlamasıyla, Atamizotör, motopomp mücadele ilaçları da köye girmiş oldu. Bugün köylüler sebzelerini kendileri üretir, kendi ürettikleri meyveyi Konya ve İstanbul’da kendileri pazarlarlar… Meyve bahçesi alanı 10 kilometrekaredir.

Lexikon der Padagogik adlı İsviçre Ansiklopedisinin "Cehaleti Yok Etme" maddesi der ki: "Türkiye’de Köy Enstitüleri, köylü yığınını ilgilendiren sorunların topuna el koyarak, onları anlayıp çözmeye çalışmışlar, çözmeye yarayacak çareler üretmişler, köylülerin günlük çalışmalarını, yaşayışlarını, maddi ve ahlaki bakımlardan iyileştirecek yeteneğe sahip öğretmenler yetiştirmişlerdir."

 

Aslan gibi İsa Sarıaslan ne diyor:

"Yozgat’a Kasım Gülek gelmişti. İl Başkanı Kafaoğlu bizi tanıştırdı. Hemen eğitim müdürüne şikayet ettiler. Gülek’le tanışmanın suç olmadığını söyledim. Soruşturma başlattıkları gibi, "Köy Enstitülüsünüz, hepten komünistsiniz" dedi. Yıl 1952, olay gazetelere yansıdı. Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Yıldız köyüne sürdüler. İl’e de ilçeye de yaya dokuz saat uzaklıkta. Okul yıkık. O günün parasıyla 92 lira harcadım. Sivas’tan kireç getirdim, onardım, badana ettim. Tuvalet yaptım. Sıra yaptım. Okulun çatısını da onardım. Haritalar, ders araçları yaptım.

Askerliğimi Ankara’da Mamak Yedek Subay Okulunda tamamladım. Bir gece okuma saatinde sınıfları dolaşırken, öğrencilerden kimya mühendisi olan biri "Teğmenim, sizin öğretmen olduğunuz, ayrıca Köy Enstitülü olduğunuz doğru mu?" dedi. Neden bu soruyu sorma gereği duyduğunu sorunca, "Teğmenim, Köy Enstitüleri hakkında çok dedikodu var. Örneğin, kültürsüz, kişiliksiz, aciz… gibi. Ama size şaşıyorum, şurada lise, üniversite çıkışlılara otoriter ciddi davranır, gerçek ve kültürel yanıtlar verirsiniz. Eğitim ve kültürünüz, sizin hiç de dedikleri gibi olmadığınızı gösteriyor. İçimizde bulunan öteki enstitülüler de dedikleri gibi değiller." Yanağını okşadım ve dedim ki: "Ben, Köy Enstitülerinden yetişme öğretmenlerin en aciziyim." Memnuniyetle ayrıldı. Okulun talim yerini temizletip düzelttim. Minyatür atış poligonunun inşaatını sağladım. Hamamı yaptırdım. Muhabere Okulunun iç ve çevre yollarının yapımını ve blokajlanmasını sağladım. Albay Egemen beni, yedek subay adayı bölüğe hep örnek göstermiştir.

Biz köylü çocuklarının kıskanılmasının iki nedeni var bence: Ağaların çıkar kapılarını değiştirip yoksul ve geri kalmış köylümüze geçitler tanımış olmak. Bir de, yaşam boyu toprağa basan insanların, kaldırım taşı çiğneyenler karşısında görülüp sözü geçen, yol gösteren, eğiten-öğreten olarak birdenbire belirmiş olmalarıdır. Bir arkeolog olarak ortaya çıkan Tonguç, toprağın altını üstüne getirdi ve orada yatan cevheri buldu. Akıllar durdu, gözler kamaştı. Bu ışığı yok etmenin yollarını aradılar, bunu başardılar da…

 

Ali Arı, Aksu Köy Enstitüsünden Hasanoğlan Köy Enstitüsüne geldi. 1947 Kasımında okul kapatıldı. Onu dinliyoruz:

"Okul kapatılmadan önce Kazım Karabekir’in okula gelişinin, coğrafya dersimize girip denetlemesinin anlamını sonra kavradık. Kasım ayının çok soğuk bir gününde kamyonlarla Ankara’daki çeşitli okullara dağıtıldık. Köylü çocukları okumasa da olurdu, ağalara uşak gerekti. Sirer öyle istiyordu. Bizler 18 arkadaş Tarım Makineleri Yüksek Uzmanlık Okuluna verilmiştik. Okulu bitirdikten sonra yurdun çeşitli okullarında çalıştım. Bu arada bir olanak bulup İtalya’da uzmanlık eğitimi gördüm. Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda çalıştım. Yoğun çabalarım Hasanoğlan’ın Ankara’ya yakınlığı nedeniyle biraz, yankılandı. Ahır dolusu ineğimiz vardı. İtalya’da öğrendiklerimi uyguluyordum. Günlük süt üretimi 400 litreye ulaştı. Yetiştirdiğimiz cins boğaları sembolik bir fiyatla çevre köylere verdik. Büyük kümes sayısını ikiye çıkardım. Üç bin tavukla okulun yumurta gereksinimi karşılanıyordu. Günde yaklaşık iki bin yumurta üretiliyordu. Özellikle yaz aylarında Ankara’ya yumurta satıyorduk. Eğitim Bakanlığı da ilgileniyordu çalışmalarımla. 16 Mart 1963 günü Bakan İlhami Ertem okula geldi. Toplandık. Bakan, ‘İçinizde Ali Bey kim?’ diye sordu. Sonra da ‘Kardeşim siz ziraat mühendisi misiniz, Genel Müdürümüz hep sizden söz etti’ dedi. Ben de ‘Köy Enstitüsü mezunuyum’ dedim. Yanımda oturan arkadaşım Mehmet Öz ‘Puan Kaybettin’ diye fısıldadı. Ama arkadaşım aldanmıştı. Bakan tarafından ödüllendirildim…"

 

Sıra Mehmet Şener’de:

"Tonguç ve Yücel özverili, pratiği çok çabuk yakalayan Anadolu insanları. İnsanlarımız yaratıcıdır. Bir olanak sağlanırsa bunu en iyi şekilde kullanmasını, yararlanmasını bilir. Buna inanmıştı iki büyük insan. Dünyada büyük utkular kazanan kumandanların savaş alanı seçimi, Köy Enstitülerinin yer seçimi kadar isabetli olamazdı. Olmamıştır. Yüzyıllardır Anadolu insanı yaşamadığı topraklarda savaşlarda eritilmiş. Kendi topraklarında kendine hizmet verilmemiş. Bu insanlara ilk kez el uzatılıyordu.

Köye ulaştım. Kamyondan indik. Su gerekli ama yok. Bir kuyudan su getirdiler, ama içinde kurtlar yüzüyor. Her evin yanında kuyu var. Yağan yağmurlar kuyuya doluyor. Ama yolun pislikleriyle birlikte. Öğretmen lojmanının yanına bir kuyu kazdık. Sıvattık. Üstüne de beton döktürdüm. Çatının saçaklarını olukla çevirip suyu kuyuya kiremitlerden almayı düşündüm. Denememizde su oluktan kuyuya akıyordu. Kışı geçirdik. Suyumuz ne bulanık ne de kurtluydu. Köylülerin deyişiyle, Söbüce Yaylası’nın suyu gibiydi. İmeceyle okulun bahçesini düzenledik. Bahçeyi işledik. Ekerek dikerek açık hava okulu gibi kullandık. Zeytin diktik, zeytin aşıladık. Zeytinin ana yurdu Toroslar. Bizim köylüleri de özendirdik. Yaptılar.

Köyde yorgan döşek alışkanlığı yoktu. Keçe, çul vardı. Tabak kaşık bilmezler. Aş tencerede pişer orada yenir. Tuvalet yok. Her çalının arkasına… Köye yorgancı getirdim. Olanağı olanlar yorgan döşek diktirdi. Kente gidenlere tabak bardak almalarını söyledim. Alanlar oldu. Görenek başladı. Değişim başlamıştı…"

 

Çifteler’li Ahmet Öztuna, Eskişehir yakınlarındaki köyünde, çocuklarla birlikte yetişkinlere de kurs açar. Bir uçtan cehaleti yenerken okul ve köy kitaplığını kurar. Birkaç yılda kitap sayısı 1400’e ulaşır. Çocukları ve tüm köylüyü ağaç dikimine yönlendirir. Her ailenin en az üç dekar bağ dikmesini sağlar. Köyün içine ve çevresine ilk harekette 12 bin fidan dikilir. Köyün batısındaki 520 dekarlık alan çam ormanı yapılır. Beş kilometre uzaktan su getirilmiş ve evler basınçlı suya kavuşmuştur. Elektrik onun çabasıyla 1964’te gelmiştir köye Türkiye’de elektriğin geldiği ilk köylerden biridir İmiköy. Her eve ecza dolabı kazandırılmış, bir de doktor getirilmiştir. Köylü kurtlu sudan, karanlıktan kurtulmuş. Şöyle diyor İmiköylü Öztuna: "Babamın beni niçin dünyaya getirdiğini bilemem ama, Tonguç Baba’nın bilinçli olarak elimden tutup Köy Enstitüsünde okumamı sağladığı bir gerçek…"

Fransız düşünürü George Duhamel diyor ki: "Dünyanın hiçbir yerinde böylesine yararlı ve anlamlı eğitim kurumları görmedim."

 

Hasan Gülel, Yüksek Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Aksu Köy Enstitüsü’ne öğretmen olur. Bakar ki okulun kapları kalaysız. Hemen bir düzen kurarak öğrencileriyle birlikte kapları kalaylar ve şöyle der: "Evet, Köy Enstitülerinde kalaycı değil öğretmen yetişir. Ama, kalaycılığı da yapabilen bir öğretmenin iş anlayışı, mukavvadan evler yapan öğretmen anlayışı ile bir olur mu?"

Okulun suyunu getirdiğimiz ve gece yarısı borulardan suyun akışını izlediğimiz günün sabahında beş öğretmen Burdur’a hareket ettik. Sirer bütün otoritesini kullanmış, askere alınmamızı sağlamıştı. 12.04.1947’de yedek subay okuluna teslim olduk.

Stajyer olarak gittiğimde Dicle Köy Enstitüsü’nün elektrik işini de biz yaptık. Ovayı aydınlattık…

 

Gelelim Zeytinli öğretmeni Asaf Aktan’a:

“Okulun iki dekar uygulama bahçesi vardı. Arkadaşlarla görüşerek burayı meyvelik yapmaya karar verdik. Kış için de, dikeceğimiz fidanların yerlerini işaretledikten sonra, Enstitüde öğrendiğimiz gibi kenkons yöntemine göre fidan çukurlarını açtık öğrencilerimizle. Seksen fidan dikebilecektik. Erik, elma, armut, kaysı fidanları diktik.

Köyde altı öğretmendik. Enstitülüydük. Bir gün akşam vakti Balıkesir DP Milletvekili Vacit Asena ve Ali İleri geldiler. Öğretmen olduğumuzu öğrenince hangi okuldan geldiğimizi sordular. ‘Hepimiz Savaştepe Köy Enstitüsündeniz’ dedik. Renkleri değişti. Vacit bey saldırıya geçecek bir durum aldı. Enstitülülerin iyi olmadığını, öğretmenlerin de başarılı olmadıklarını, sanki biz orada değilmişiz gibi anlatıyordu. Hep birden karşı çıktık. ‘Siz Enstitülerin nasıl çalıştığını bilmiyorsunuz. Gidip görseydiniz böyle konuşmazdınız. Kasıtlı konuşuyorsunuz’ dedik. Sonra halktan sormuşlar. Tüm köylüler öğretmenlerin başarılı olduklarını söylemişler. Yine de Enstitüleri 1954’te yasa çıkartarak Demokrat Parti kapattı…

 

Kepirtepeli Haydar Sonçağ:

“Harp tarihi öğretmeni dersliğe girdi ve tüm Köy Enstitülüler ayağa kalksın, dedi. Sonra da, bu dönem bizim hepimizi alaya çıkaracağını ekledi. Çavuş çıkaracaktı yani. Öfkeliydi. Canının istediğini ayağa kaldırıyor, dersiyle ilgili sorular soruyordu. Haydar Sonçağ da kaldırdıkları arasındaydı. Çok soğukkanlı bir biçimde "Bu sorduklarınızın hiçbirine cevap vermeyeceğim, bana sıfır verin" dedi ve oturdu. Öğretmen: "Küstah herif, sen neyin nesisin, kiminle konuştuğunun farkında mısın?" diyordu.

Sonçağ: "En büyüğünüzden en küçüğünüze kadar bu hareketi bize yapıyorsunuz. Biz buraya sadaka dilenmeye gelmedik. Yasaların verdiği bir hakkı kullanmaya geldik. Sonunda aradığınız nitelikleri bulamazsanız, bize demir takmayacaksınız. Ben o demiri daha şimdiden istemiyorum. Benim yedi sülalem yedi yüzyıldır bu orduya er olarak hizmet etmiştir. Bu, sandığınız kadar küçük bir hizmet değildir."

"Yaaaa!"

"Evet, öyledir. Söyleyin, bizim bütün suçumuz köylü çocuğu olmamız mıdır? Büyük Atatürk, memleketin efendisi köylüdür, derken yanlış mı söyledi acaba sizce? Buna ne buyrulur" dedi ve yumruğunu masaya tüm gücüyle vurdu. Kapıda bekleyen emir subayı, Albayın buyruğuyla Sonçağ’ı yaka paça götürdü. O dönem ve sonraki dönemler birçok Enstitülü çavuş çıkarılmıştı. Sınıfın en iyi öğrencileri oldukları halde… Emirle. Başaran, Talip Apaydın, Mustafa Aydoğan, Bekir Semerci, Veli Demiröz de aralarındaydı…

 

Banazlı Ahmet Altındağ:

"Köyümüze örnek bir elma bahçesi ve bağ yapalım,dedik. Bunu okula mal edip aynı zamanda uygulama bahçesi yapacaktık. Tarım derslerinin yararlı geçmesi de buna bağlıydı. Köy Kurulu ile karar alarak değirmenin yanındaki merayı elmalık, Bağderesi olarak anılan merayı da bağlık yapmaya karar verdik ve karar defterine geçirdik. Köylünün imece çalışmalarına öğrencilerin tarım derslerindeki çalışmaları da destek oldu. Bağın, bahçenin ve değirmenin arkının kenarlarına da kavak diktik. Bundan sonra köylülerde bağ yapmak, fidan dikmek, kavak yetiştirmek isteği aldı yürüdü. Meyvecilik, bağcılık çok gelişti, kökleşti. Okulun da geniş ve gelir getiren bir bahçesi oldu. Köyün yollarına da taş döşemiştik. Köy halkı bizden çok hoşnuttu. Yaptıkları bağ ve bahçelerden gelir sağlıyorlardı."

 

1944’te Gönen’in Bostancıköyü’ne atanan 18 yaşındaki öğretmen Ahmet Öztaş, köyün elektriksiz, ağaçsız, kerpiç okulun harap olduğunu görür ve köylülere "Buraya elektrik getireceğiz, bataklığı orman yapacağız, köyün içine havuzlu bir park yapacağız, Gönen Çayının üstüne de köprü yapacağız" deyince güler köylüler. Ama kısa sürede bunların hepsi yapılır. Çayın üstündeki 120 metre uzunluğundaki köprü dahil.

Bir akşam kahvede bakkal Vahit Kaplanla çiftçi Ahmet Kemahlı arasında tartışma çıkar. Bu arada birisi Öztaş’a laf atar "Sen komünistlik mi istersin" diye köyün elektrikçisi ve Öztaş’ın öğrencisi Ahmet Demirtaban da Öztaş’ı korumaya çalışır. Ama önceden karar verilmiştir, Öztaş’ın başına çorap örülecektir. Başta Adalet Partisi vardır… Öztaş araya girer, tartışma yatışır ama karar verilmiştir. Olay yerinde bile olmayan birkaç kişiyle oradaki partililer muhtarlığa uğrar, ertesi gün de Gönen’e gidip AP Milletvekili Austin Zeki’yi bulurlar. Topluca köye gelinir, bir belge uydurup önüne gelene imzalatırlar. Anlamadıkları tutanağın doğruluğunu, Öztaş’ın komünistliğini belgelerler. O yıllarda zaten hep böyle yapılıyordu. Öztaş hapishaneyi boylar, "And içerim ki ben tutanaktaki sözlerin hiçbirini söylemedim" diye diye girer içeri… Köylülerse "Öztaş bizi ışığa kavuşturdu. Bizse onu karanlığa saldık" dediler tek tümceyle. Öğrenciler mektup yazar hapishaneye. Öztaş yanıtlar: "Fidanları sulayın, kurumasınlar…"

 

Akçadağ’lı Nedim Şahhüseyinoğlu:

"Ekim ayındaydık. Okul açılalı 20 gün olmuştu. Öğrencilerle okulun işleriyle uğraşıyorduk. Muhtar da iki kişi vermişti. Eşim Güllü de bize yardım ediyordu. Günün son saatleriydi. Karayolundan köye doğru bir cip döndü. Koşuşan çocuklarla okula kadar geldiler. Cipten üç kişi indi. Önce çalışmaları incelediler. Sonra "Öğretmen nerede?" diye sordular. Çocuk beni göstererek "İşte öğretmen çatıda çalışıyor" diye yanıtladı. Çağırın gelsin, dediler. Çatıdan indim. Üzerimde iş elbiselerim, elimde testere ve keser vardı.

"Öğretmen misin?"

"Evet, öğretmenim. Siz kimsiniz, tanışalım?"

"Ben Milli Eğitim Müdürüyüm. Sen de mi Köy Enstitülüsün, böyle öğretmen olmaz. Sen öğretmen misin, işçi misin? Ne olacak, Enstitülerden böyle öğretmen çıkar." Diyerek ayrıldı. Sonra bir sağ partiden Elazığ senatörü oldu…

 

Yüksek Kısımlı Koca Bekir Semerci, acele bir emirle askere alınmadan önce, Arifiye Köy Enstitüsü’nde öğretmendi. İlköğretim Genel Müdürü Yunus Kazım Köni dersine girer bir gün. Öğrencilere, "Semerci sevdiğim bir öğrencimdir, kendini yetiştirmiş iyi bir öğretmene düşmüşsünüz, kıymetini bilin", diye tanıtır. Akşam öğretmenler odasındaki toplantıda ise "İçimizde komünistler var" diyerek bağırmaya başlar. Semerci der ki: "Yunus Bey, Hasanoğlandaki  öğretmen Yunus Bey değildi. Köy Enstitülerindeki kendilerini köy hizmetine adayan öğretmenlerin damgalanarak Enstitülerden uzaklaştırılmasını isteyenlerin Yunus Beyi idi. Onlar getirmişti onu bu işi yapsın diye. İnsan inanamıyor. Sen kalk Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde dört yıl öğretmenlik yap, bütün yöneticilerle ye iç, Köy Enstitülerini hep öv. Altına koltuk konulunca birden değişiver. Kolayına söylememiş Koca Mevlana: "Elinde yetkisi olmayan insana iyi demeyin. Eline yetki geçince değişebilir. Elinde yetki varken doğru işler yapana iyi deyin" derken ne kadar haklıymış.

 

Edremit’in Tathtaköy Öğretmeni Ahmet Duman Balıkesir Hastanesinde mide ülserinden yatıyordu. Ameliyat olmak için imza da vermişti. Koğuşları gezen Dr. Baha Bey yastığının altında bir kitap gördü. Okumamıştı ama adı kötüye çıkmış bir kitaptı. Kitabı alıp cebine koydu. Öğretmen uykudaydı. Ertesi gün ameliyat masasında öğretmenin gözüne tuttu. "Bak hoca, ameliyat masasındasın. Doğruyu söylemelisin ki nasıl biri olduğunu anlayayım. Bu kitabın yazarı için kötü düşünceli diyorlar. Sen de onun gibi misin yoksa milliyetçi, vatansever bir öğretmen misin?"

Bedeni buz kesildi Ahmet öğretmenin. Bu kadarını aklı almıyordu. Bu masada kalabilirdi. "Evet, Makal gibi milliyetçi ve vatansever bir öğretmenim" dedi. Baha Beyin yüzü büyümüş gerilmişti, gözlerinin derinliklerinde parıltılar vardı. Ahmet Duman’ın göz kapakları ağırlaşmıştı. Gözlüklü genç doktor ölümü şüpheli buluyordu. "Sorgu"yu, kimseye duyurmaması koşuluyla Sevgi hemşireden dinlemişti…

Prof. William Ayland der ki: "Toplum kalkınması için Köy Enstitüleri özgün bir buluş ve uygulamadır. Bu okullar ne yazık ki çok partili yaşama geçilince katledilmişlerdir…"

 

Kütahya’da, Mustafa Gül’ün anlattıkları:

"Okulun iç işlerini düzenledikten sonra sıra bahçe duvarına gelmişti. Köylüye imece yoluyla taş çektirdim. Fakat köylü ekin biçme işine girişince yalnız kaldım. O günlerde okulun önüne bir cip geldi. Baktım inen, Milli Eğitim Müdürü Hakkı Rodop. Ülkenin sayılı eğitimcilerinden. Hoş geldiniz Müdür Bey, dedim. Şöyle bir gözden geçirdi beni. Karşıma bu kıyafetle çıkmamalıydın, dedi. Dedim ki: Ben temmuz sıcağında okulun duvarını örüyorum. Kendi işimi yapmıyorum. Kravatla da duvar örülmez.

Hamdi Akçaoğlu:

"Mezun olduğum Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsüne sonradan öğretmen oldum. Bir 24 Kasım Öğretmenler Gününde salon ağzına kadar dolu. Öğretmen okulunun öğrencileri, konuklar, vali, eğitim müdürü vb. okulun tarih öğretmeni kürsüde. Bizim bu Köy Enstitüsünün adı da şimdi öğretmen okulu. Tarihçi kürsüde bağırıyor: Köy Enstitülerinin komünist yuvası olduğunu, kız öğrencilerin çocuk düşürdüğünü,.. söylüyor. Yerimden fırladım ve mikrofonu elinden aldım. Dedim ki: "Sen Köy Enstitülerini bilmiyorsun. Bu okulda para babalarına hizmetkar, ağalara çoban yetişmiyordu. Burada adam yetişiyordu, adam!..."

Çankırı’nın Bozkuş Köyüne gittim. Köyün yerlisi bir öğretmen var. Gölköy çıkışlı. Adı İlyas Pınarbaşı. Köylüleri ona kısaca "ellez" diyorlar. Enstitüye girdiği günden başlayarak arılarla ilişki kurmuş ve iyi bir arıcı olmuş. Ne kadar arın var, diyorum. Kırk kovanım var, diyor. Yılda iki bin kilo bal alıyormuş ortalama. Köy Enstitülerinde kitap okuma dışında arıcılık, bağcılık, hayvancılık işlerine de önem verilmesi ne kadar yerindeymiş değil mi? diyorum. Bu bölgede birçok arkadaş benim durumumda. Arıcılığın yanında keseri rendeyi alıp köylünün kapısını penceresini yaptığımız da oluyor. Enstitülü demek, kafasında örümcek ağı gibi örgüt olan insan demektir. Bedri Rahmi’nin bir resmi vardı Varlık’ın kapağında. Söylediğim gibi bir kafa yapmış, altına da "Bir Enstitülü başı" demiş. Çok güzel, madem ki açtın, kitap dergi okuyabiliyor musun? "Benim birinci işim okumak. Türk Dili, Yedi Tepe, Varlık, Yaprak… bütün dergileri izlerim. Köyde de her işe karışırım. Öküzü hastalanan, çocuğu hastalanan bana koşar. Köyün yollarını ben düzeltirim. Çift demiri kırılanın demirini, gönlü kırılanın gönlünü yaparım. Okul işliğinde çocuklara demircilik, kalaycılık, bakırcılık, sobacılık öğrettim. Bu işlerin ustasıdır şimdi onlar…

Üç gün yolculuktan sonra Aksu Köy Enstitüsü’ne vardım. İnsana insanca bakan Müdür Yardımcısı Hamit Özmenek’in tutumu  okula bağlanmamı sağladı. Aksu henüz kuruluş halindeydi. Binalar yetersiz, tuvaletler dışarıdaydı. Biz yetmiş kadar kız, idare binasında kalırdık. Geceleri elde gemici feneri, küçük topluluklar halinde dışarı çıkardık. Daha on adım atmadan Özmenek öğretmen yanımızda biterdi. Hızır gibiydi. Korkmayın ben varım derdi. Gecenin geç vaktinde birimiz hastalansa, feneri yakıp başına toplansak, dışardan Özmenek’in "Çocuklar, birinize bir şey mi oldu?" diyen sesini duyardık. O her zaman ayaktaydı. Yıllarca sonra Ankara’da görüşürken, kendi ağzından, akşamları iki üç saat uyuyup kalktığını öğrendim. Köy çocuklarını bağrına basıp koruyan bu seçme fedakar öğretmenlere ülkenin çok borcu vardır. Enstitüde, okumayı, dikişi, nakışı öğrendim. Dikiş atölyesinde sayıları bini bulan erkek arkadaşlarımızın bütün iç çamaşırlarını, elbiselerini biz dikerdik. Başımızda usta terziler vardı. Bu alışkanlığımı ve okuma alışkanlığımı hep sürdürdüm. Evimin her türlü dikişini kendim dikerim. Zaten çalıştığım köylerde öğrencilerin okul önlüklerini de diktim. Çalıştığım köy ve kent okullarında çocuklara okuma alışkanlığı verdim. Başta Varlık ve Arkadaş çocuk dizileri olmak üzere çocuk kitaplarının tiryakisi oldu çocuklar. Şimdi de hayata atıldıktan sonra kitaplarla dostlukları sürüyor. Doktor, mühendis vb. oldular ama kitapları, gazeteleri de hep yanlarında. Ziyaretime geliyorlar, ceplerinde kitap, ellerinde gazete. Ülke sorunlarını bilinçle izliyorlar…

Kızılçullu Köy Enstitüsü’nün Sağlık Kolunu 1950 Haziranında bitirdim. Birtakım alet ve ilaçlarla köyüme geldim. Gelişimin ikinci günü amcam beni kahveye götürdü. Devlet sana iyi bakmış, rengin yerinde. Ama yakında sarı sıtma senin de hesabını görür yeğenim, dediler. Öğrendim ki bizim köylüler ve Uzunhasanlar köyünün insanları hepten sıtmalı. "Şu kolunuzdaki sıtmayı bağlayan ipliğe değil de bana inanırsanız sizi kurtarırım, dedim. Kahveci Kösenin Ali üç çayla yanımıza geldi. Çayları önümüze koyduktan sonra peykede oturanlara döndü: "Arkadaşlar, duydunuz mu lafı? Bizi Allah değil sağlık memuru kurtaracak. Biraz sonra benim sıtmanın vakti geliyor, beni yatağa yıkacak. Ondan sonra titre babam titre. Şimdi sağlıkçı Osman konuşsun bakalım, sıtmayı çükünden nasıl bağlayacak da bizi kurtaracak?" Gidip evden kinin ampullerini aldım; enjektörü de kaynatıp geldim. Çantaya bir kutu atabrin koydum. Kösenin Ali’yi kolundan çektim. Bitişiklikteki evine geçtik. İğneyi hazırlayıp kalçasına batırıverdim. Sıtma seni bir saat sonra tutacak, ama bu son olacak, dedim. Sıtmanın ipi benim elimde artık. Ertesi gün bileğindeki ipliği çıkartan iğneyi yedi. Uzunhasanlılar da duyup geldiler ve iğneyi yediler. Daha resmen göreve başlamadan çevre köylerden akın başlamıştı. İşe ilk başladığımızda bize on beşer köy verdiler. Bir ‘Grup Merkezi’miz vardı. Ayda üç-dört kez köylerimizi dolaşırdık. Bitin pirenin kaynadığı, DDT’nin de ilk çıktığı yıllardı. Pisliğin kökünü biz temizledik. Her türlü aşıyı aksatmadan yapardık. Sözgelimi, çiçek aşısız altı aylıktan büyük çocuk bulunmazdı. Köy Enstitülerini kapattılar. Hiçbir işe yaramayan ezberci yobaz okullarını çoğalttılar. Vicdan muhasebesi yapıp bu Enstitüleri yeniden açmayı denesinler. Belki başaramazlar, ama, eğer duyacak halleri varsa, belki biraz iç rahatlığı duyarlar. Diyeceksiniz ki, bu yıkıcılar zengin sermaye sınıfının ve toprak ağalığının temsilcileridir. Cüzdanı olanın vicdanı olmaz. Eee, ne yapalım. Benden önermesi…

Bu da Osman Kaya’dan.

 

Bir de öğretmen yetiştirmenin önlenmesini, taşımalı eğitimi ve halktan uzaklaşmış, kentte oturup köye gidip gelen öğretmenleri düşünün!..

Dünyada benzeri olmayan sistemin ürünlerinden yirmi örnek verdik. Siz bunu binle çarparsınız.

Tonguç diyor ki: "Geleceğin okulunu çocuklar için bir cennet haline getirmek ülküsü zafer çelenkleriyle süslenirse, Köy Enstitüsü denemesinin kazandırdığı değerlerden de yararlanarak, ulusumuzun karakterine en uygun eğitim kurumları yaratılabilir. Bunlara yakışacak adı bulmakta zorluk çekilmez…"

Bu temenni toplumun umuduyla birleşiyor. Enstitülü Turan Aydoğan da geleceğe böyle bakıyor:

Çiçek açar açmaz yaz gelir

Dallara kiraz gelir

Kara gün kara kalmaz

Türkü gelir saz gelir…

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.