Dicle Köy Enstitüsü ve Nazif Evren Yeniden İmece Şubat 2004, Sayı:2 Ergun Evren

"......Aşık Veysel’in deyişiyle, benim sadık yarim Dicle Köy Enstitüsü’dür... Çifteler Köy Enstitüsü ise, yaşamımın hem kökeni hem gövdesidir... Üçüncü askerliğimden Çifteler’e dönüşte, bakanlıktan uzunca bir tel buyruğu aldım. Emir aynen şöyleydi: "Bakanlığın.. tarih... sayılı buyruklarıyla Diyarbakır Köy Enstitüsü Müdürlüğüne atandınız. Düziçi Köy Enstitüsü’nde Genel Müdür Hakkı Tonguç ile buluşmak üzere, hemen Ergani’ye hareket ediniz..." deniliyordu. Öğretmen ve öğrenci arkadaşlarımla şöyle doyasıya bir vedalaşma olanağı bile bulamadan yola çıktım. Aslında Köy Enstitülerinde, toplantı ve öyle nutuklu filan ayrılmalara verecek zaman israftan sayılırdı. Bunu düşünerek, buyruğu, aldığımın ertesi günü, Diyarbakır’a hareket etmek üzere, Enstitü Müdürü Rauf İnan’ın şoförlüğünü yaptığı Aero marka araba ile Eskişehir yolunu tuttum..." 

Böyle başlıyordu babam, Dicle’ye gidişinin öyküsüne... Ben o zaman bir hayli küçük olduğum için, benim kafamda o günler, yeni bir seyahat, uzun bir tren yolculuğu, yeni yerler, yeni kişiler görmekti... Arada bir, yılan, çıyan, akrep, çıban gibi sözler geçiriyorduysa da... O günkü yaşım içinde üzerinde durduğum yoktu... Ama bir de anılar yumağı vardı beynimi saran... Çeşitli hayvanlarla dostluğu, akordiyonu, mandolini, bağlamayı, ben orada görmüş, elime almış, çok ünlü olduklarını sonradan daha bilinçli olarak öğrendiğim, Aşık Veysel gibi, Ruhi Su gibi kişilerle "amca" düzeyinde birlikte olmuştum... İşte o çevreden, ağabey ve ablalardan ayrılmak nasıl olacaktı...

Ben bu duygular içinde yoğruladururken, babamın anıları ve Dicle’ye yolculuğu kendi kaleminden şöyle sürüyordu:

"Yıl 1944, Aero marka küçük araba, bazen devlet yolunun çukurlarında sıçrayarak, bazen millet yolunun tozuna gömülerek ilerliyor, direksiyondaki Müdür Rauf Bey, içli bir türkü mırıldanıyordu... Giderim giderim yolum yan gelir-Ah ederim yüreğimden kan gelir-Mezarımı yol üstüne koysunlar-Yar geçerken belki bana can gelir..." 

Müdürün yanında oturan kişinin elinde bir kitap paketi var... Bu bir veda andacı... Paket açıldığında görülen isim; Tek Bir Dünya. Birinci sayfayı çevirdiğinde, yeşil mürekkeple yazılmış şu satırlar çarpıyor göze: "Selimiye Halıcı oğlu İhtiyat zabit Mektebi, Bornova Akhisar günleri... Çifteler ve köy birlikteliği... Bakalım bugünler bizi nereye götürecek..."

O anda bir kasisten atlayan küçük arabanın sarsıntısı, yeni ufuklara yöneltiyor yolcunun anılarını... Bir ara, avucunun ortasındaki yara izine ilişiyor gözleri... Yaranın uzunluğunu yıllar sonra ilk kez fark ediyor... Seydisuyu’nu anımsıyor. Büyük güçlüklerle, olanaksızlıklarla köprü yapışlarını anımsıyor bir süre... Tomrukların altında kaldığı anları o acıyı duyar gibi oluyor yenibaştan şoför mahallindeki yolcu... O anılarla, bin yıllık dostu, türkü söyleyerek arabayı kullanan Rauf İnan’a bakıyor bir de... Gözleri doluyor bir an için..." 

Bu Dicle yoluna, Hoşot Ovası’na doğru yola çıkışın anılarıdır babam için... Uzun süre alıştığı ve bazen kardeşten ileri arkadaşlara, yerine göre hiç uyumadan 48 saati aşkın çalıştığı, elinin değdiği birçok temelin geride bırakılması ve ömründe hiç gitmediği bir yolculuğa çıkışın, sorumlu, inanmış ve bilinmeyen bir geleceğin başlangıcıdır... Sonra şöyle sürdürür: "Hoşot, Zülküf Dağı’nın eteğinde akan suların yarık yarık ettiği toprağı, içindeki sinekli bataklık ile gözesi ekilip biçilmeyen ve tekin sayılmayan bir yerdir. Buraların sahibi İbrahim Ağa, tek başına yaşadığı kulübede öldüğünde, haftalarca kimsenin haberi olmamıştır. İşte şimdi yolculuğumuz bu diyaradır..."

Haruniye (Düziçi Köy Enstitüsü)’de, sınıf arkadaşım ve oranın eğitim başı Safa Güner karşıladı beni. Genel Müdür Hakkı Bey ayrıldığından buluşamadık. Diyarbakır treni oradan saat 15.30’da geçiyordu. O saate kadar hızlı bir Enstitü turu yaptık arkadaşımla... Sonunda bir öğrenci, at arabasıyla beni istasyona bıraktı. Savaş yıllarıydı, onun için hangi mevki bilet alsanız, yeriniz birçok savaş verdikten sonra, salonda bavulunuzun üstüydü... Ben de bavuluma yer bulduğum zaman, yataklı vagona yerleşmiş gibi rahat bir uykuya dalmışım... 

Ergani İstasyonu’na indiğimde, sabahın ilk ışıklarında, istasyondan 600 metre kadar ileride bir tarlanın ortasında Enstitü öğrencilerini gördüm. Bunlar Malatya Akçadağ Köy Enstitüsü’nden gelen bir ekipti. Müdürleri şerif Tekben de başlarındaydı...

Hemen oracıkta tarlanın ortasındaki bir gözenin başına çardak kurarak Tebliğler dergisinin 223. sayısındaki plana uygun olarak, bir binanın temelini atmışlardı. şerif Tekben beni bekliyormuş. Kendisinden kuruluş planını aldım. Bakanlık 50.000 (elli bin) liralık bir ödenek göndermişti. Kuruluş içinse, yedi Enstitüden yedi ekip gelecekti. Bunlardan Malatya Akçadağ gelmiş ama Çifteler, Kızılçullu, Gönen, Pazarören, Cılavuz, Hasanoğlan da bekleniyordu. 

850 dekarlık bir arazi, Akçadağ’dan gelen iki öküz, iki at, hem öküzlerin hem de atların koşulabileceği bir de araba; bütün varımız yoğumuz bunlardı. Dicle’yi kurmaya elimizdeki bu para, malzeme ve elemanlarla başlayacaktık..."

Kendisi de bir köy çocuğu olan ve çok meşakkatli günlerin içinden gelen babamın, yaşamında ilk kez burada boğulma noktasına geldiğini gördüm... Neden olan olayları babam, uzun uzun adlarını vererek, yerlerini göstererek kitabında anlatıyor. O dönemleri ben, uyuyup uyanıp babamı ilk kez sakallı ve sigara içerken ve hiç uyumadan sürekli dolaşırken hatırlarım... Ve yine o günleri ömründe ilk kez evimiz olarak içinde uzun bir yaz geçirdiğimiz, yol işçilerinin o beyaz beylik çadırlarından birinde, ortada annem, ben ve babamın yatağı, etrafta Enstitünün, fasulye, nohut, pirinç, bulgur ve bakliyat çuvalları ve baş ucumuzdaki bir teneke kutuda da Enstitünün kurulması için babama verilen elli bin lira... Yani benim gözümde olay, adeta bir değişik eğlence idi... Ama babam, anılarına şöyle devam ediyordu.

"...Tüm bu elimizdeki araç-gereç ve parayla üç ay içinde Enstitüyü kurup öğrenci alacaktık... Önce nelere gereksinimimiz olduğunu saptamakla başladık işe. En acil gereksinimlerimiz sırasıyla şöyleydi:

1. Yemek takımı (tabak, kaşık, çatal, bardak, sürahi)

2. Ocak, kazan, kepçe, karavana,

3. Odun, kömür,

4. Ranza, yatak, yemek masası, tabure,

5. Tuvalet olarak yaptığımız yerlere konacak musluklu tenekeler,

6. Ekiplerin yıkanması için gerekli yer,

7. Ekiplere yatmak için çadır,

8. Ekipler için doktor ve sağlık memuru...

Önce, öğrencileri o kadar günün yorgunluğundan sonra, doğru dürüst bir yerde yatırabilmek için işe giriştik. Çifteler’de iken, yatakları, yumuşak, uzunca lifi olan samanla dolduruyorduk. İçi pamukla dolan 42 yatak vardı, bunları ancak son sınıflara verebiliyorduk. Dicle’de böyle bir saman malzememiz yoktu. Bunun için Malatya dokuma fabrikasından "deşek pamuk" denilen bir çeşit pamuğu çok ucuza temin edip, hallaçtan geçirdik. Yüzlerine de Sümerbank’tan bez alıp Ergani’den bulduğumuz terzilerle Enstitü alanında yatakları, yastıkları yığdık. Sonra sağlık konularına el attık. İlişkilerimizi bir hayli ilerlettiğimiz Ergani Hükümet doktoru, ara sıra Enstitümüze de uğramaya söz verdi. Kızılay’dan her ekip için ikişer çadır aldık. Sıra banyo olayına gelmişti. Gerçekten önemli bir sorundu; banyo hamamımız bitmemişti. Gözeden alınan suyla banyo yapılamazdı... Hemen aklımıza yakınımızdaki istasyonda lokomotife su veren pompa geldi. Müdür Hakkı ve eşiyle ailecek gidip geliyorduk. Kendisine rica ettim, heyecanla kabul etti ve öğrencilerimiz gerçekten belki de ilk kez çok sıcak, zamana göre bir hayli modern ve büyük bir hamamda yıkanabildiler... Hemen ardından, Akçadağ ekibinin yaptığı çardağın etrafı çevrilerek ambar ve çalışma odası haline sokuldu. Taş, kireç, kiremit, kum gibi gereçler plana göre yapılarak yere yığıldı... Yiyecek maddelerimizi ise, Akçadağ’dan gelen öküz arabasıyla Ergani’den sağlıyorduk...    

Bu arada çay, şeker, un hazırdı ama helvayı nasıl ve kime yaptıracaktık. Hemen aklıma Çifteler’deki Kadir Ustamız geldi. Dicle’ye giderken veda etmeye gittiğimde sevgili yar direktörüm, "Gereksinimin olursa hangi koşulda olsa gelir yardım ederim" demişti. Gerçekten bir mektupta çabucak yanımdaydı. Yapılmakta olan binaların birinin işlik kısmını geçici olarak mutfak biçimine soktuk, geri kalanını zaten deneyimli Kadir Ustamız halletmişti. 

Ve burada anlattığım, anlatamadığım bütün hazırlıklar bir ay içinde bitirildi. Temmuz 1944’te ekipler gelmeye başladığında, hiç değilse bizim geldiğimiz zamankinden daha iyi bir koşulda ağırlanacak şekilde her şey hazırdı. Her gelen ekip, çalışma yerine yeterince uzak derhal bir sahra tuvaleti yapmakla başlıyordu işe. Sonra, önlerine konulacak musluklu tenekeleri yerleştiriyor, sonra da ranza, yatak, çadırlarını öğretmenlerin nezaretinde alıp yerlerini kurup bir gün dinlendikten sonra işe girişiyordu...   

Aynı zamanda, gelen ekipler dışında yirmi kişilik de bir eğitmen kursu açıldı... Ve Dicle Köy Enstitüsü, Hoşot Ovası’nda böylece doğdu..."

Babamın kuruluş anılarını, ilk öğrencilerinden ve annemin de ilk sınıfından Erganili öğretmen, sendikacı, şair, yazar Enver Atılgan’ın daha doğru bir deyimle rahmetli Enver Ağabey’in, Tonguç’un Dicle’yi ziyaretiyle ilgili şiiriyle sonlamak, noktalamak istiyorum. Aslında bir uzun öyküdür Köy Enstitüleri, hele Dicle daha ayrıcalıkları olan bir Enstitüdür. Bir kendi başına Doğu Efsanesidir. Bir de çok anılmamış, Köy Enstitüsü belgesellerinde hiç yanından bile geçilmemiş, doğunun kaderi gibi unutulmuş gitmiştir Dicle Köy Enstitüsü. Hasanoğlan, Çifteler, Kızılçullu gibi pek göz önünde olmadığı için belki. Onun için yeniden çıkmaya başlayan Yeniden İmece’nin yöneticilerinin ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin bu güzel kadirbilirliği, rahmetli babam adına gözlerimi yaşarttı. O yaşamda olup da görseydi kim bilir ne yazılar yazardı...  

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.