Laik Ahlak Şubat 2004, Sayı:2 Prof. Dr. Oğuz Adanır

Emile Durkheim’ın, yüzyıl önce (1902-1903) Sorbonne’da, öğretmenlik bölümü öğrencilerine Ahlak Eğitimi başlığı altında sunduğu bu sosyoloji ders notları bir başyapıt niteliğine sahiptir  [1] .  Modern toplumun sahip olması gereken laik ahlak anlayışının ilkokul çağındaki çocuğa nasıl aktarılabileceğini ve öğretmenin bu konudaki yadsınması mümkün olmayan önemini bilimsel argümanlara dayanarak gösteren  ünlü Fransız sosyolog ve düşünür, bu çalışmasıyla yalnızca içinde yaşadığı topluma değil, laik yaşam biçimini benimsemiş bütün toplumlara büyük bir hizmet sunmuştur. Yeğeni ve en yakın çalışma arkadaşlarından bir olan Marcel Mauss: Durkheim’in en önemli çalışmaları aile ve ahlak üstüne olanlardır demektedir.

Yirminci yüzyıl başında ülkemizde bilinen ve tanınan bir isim olan Durkheim’le Ziya Gökalp ve başka sosyal bilimcilerin ilgilenmiş olduğunu biliyoruz [Bu metinin bir ilk çevirisi M.F. Bezirci tarafından yapılmış ve 1938 yılında İstanbul'da yayınlanmıştır] Ahlaki açıdan içinden geçmekte olduğumuz olağanüstü çalkantılı (belki de kaotik!) dönemde, böyle bir metnin mevcut karmaşanın açıklığa kavuşması konusunda önemli bir katkı sağlayabileceğine inanıyoruz. Çünkü toplumumuz giderek modern bir toplum görünümü sunmasına karşılık, hangi ahlak kurallarına uyması gerektiğini bilemiyor gibidir. Dine bağlı görünenlere mi? (Kemalist)Laik yaşamın sunduklarına mı? Neo-liberal bir iktisat kökenli biçimselleşmiş sözde ahlak kurallarına mı? Töresel olanlara mı? Yoksa kafasına uygun olanlara mı uymak istemektedir. Bu kadar değişik ahlak anlayışına sahip bir toplumun aslında hiçbirine uymadığı söylenemez mi? Türkiye toplumunun en önemli güncel sorunlarından biri budur. Bu sorunu çözemediği sürece ikinci sınıf bir toplum olarak kalmaya mahkum görünmektedir. Durkheim, tam da bu noktada çok önemli açıklamalar yapmakta ve laik ahlak anlayışını rasyonel düşünce üstüne oturtmaktadır:

Özerkliğimizin kaynağı bilimdir (bilimsel düşünce adlı) …ahlaki unsur laik ahlakı diğerlerinden ayıran temel özelliktir zira bu unsurun mantıksal olarak dini bir ahlak anlayışı içinde yer alabilmesi mümkün değildir. Gerçekten de bu unsur insana özgü bir ahlak bilimi olması gerektiğini ve sonuç olarak ahlaki olguların akılla ilişkili doğal olgular olduğunu göstermektedir. Zira bilim ancak doğanın bilimi olabilir, bir başka deyişle gözlemlenebilen gerçekliğin. Dünyanın dışında yer alan bir Tanrı, bilimin de dışında ve üstünde bir yerlerde olacaktır. Ahlakın kaynağında Tanrı varsa ve ahlak kurallarını O koyuyorsa, bu durumda bizim akıl yoluyla bu kurallara ulaşabilmemiz mümkün olamaz. Gerçekten de yüzyıllar boyunca  dini sistemlerle, ahlak arasındaki sıkı dayanışma nedeniyle ahlak, günümüzde bile birçok insanın gözünde, oldukça prestijli bir konuma sahiptir. Bu insanlar ahlakı hâlâ bilimsel alanın dışında tutmaktan yanadır. Dünyanın geri kalan bölümü konusunda olduğu gibi ahlak konusunda da insan aklının böyle bir hakka sahip olmadığını düşünmektedirler. Ahlakın gizemli, bildik bilimsel araştırma yöntemlerinin geçerli olamayacağı, bir alan olduğunu ve bu alanı doğal bir olgu gibi ele alıp açıklamaya çalışanların günah işlemeye benzer bir skandala yol açacak bir saygısızlıkta bulundukları düşünülmektedir. Eğer ahlakı bu otorite, bu yücelikten kurtarıp, rasyonelleştirmeyi başaramasaydık bir skandaldan söz edilebilirdi. Bu yücelikte en ufak bir yara açmadan ya da ortadan kaybolmasına yol açmadan onu tamamıyla bilimsel bir şekilde açıklamanın ve bir anlam yüklemenin mümkün olduğunu gösterdik….

Bilim kendisini sınırlandırmaya çalışan tüm girişimleri alt etmeyi başarmıştır… Ahlaki olgular konusunda da başka türlü olabileceği düşünülemez. Böyle bir istisnanın olabileceğini düşünmek bütün akıl yürütme yöntemlerine karşı çıkmak demektir.  Akılcı gelişmenin karşısına çıkartılmaya çalışılacak böyle bir engelin akıl yoluyla  aşılıp geçilemeyeceğine inanabilmek mümkün değildir. Henüz başlangıç aşamasında bile olsa ahlaki yaşantımıza ait olguları doğal yani rasyonel olgular gibi ele alarak inceleyen  bir bilim vardır. Ahlak rasyonel bir şeyse, yalnızca akla dayalı düşünce ve duyguların ürünüyse, bu şeyi akıl dışı yollarla açıklamaya çalışmanın bir anlamı olabilir mi?

Bütünüyle akılcı bir ahlak eğitimi yalnızca mantıksal açıdan değil aynı zamanda tarihsel gelişmemiz açısından da zorunlu bir görünüm arz etmektedir.

Eğitim yüzyıllardan bu yana laikleşmektedir. Zaman zaman ilkel toplumlarda ahlak olmadığı söylenmiştir. Oysa bu tarihi bir yanılgıdır. Ahlakı olmayan bir toplum yoktur. Yalnızca onların ahlak anlayışıyla bizimki aynı değildir. İlkel toplumun ahlak anlayışı temelde dine dayalıdır. Bununla söylemeye çalıştığım şey bu düzende insanların birbirlerine karşı olan görev ve yükümlülüklerinin Tanrılarına karşı olanlardan çok daha az olduğudur. Temel yükümlülükler: diğer insanlara saygı duymak, yardım etmek, korumak değil; ritlerin kusursuz bir şekilde yerine getirilmesi, Tanrılara karşı olan borçların ödenmesi ve hatta onların şerefine kendini feda etme şeklindedir. İnsanların uyması gereken ahlak kurallarıysa  oldukça kısıtlı sayıda ilkeden ibaret olup, uyulmaması durumunda hafif cezalara çarptırılma şeklindedir. Bu toplumlar konusunda henüz ahlaki yaşantının başlangıcında oldukları söylenebilir. Antik Yunan’da bile cinayet, diğer suçlarla karşılaştırıldığında, Tanrılara karşı işlenmiş günahların yanında çok hafif bir cezai yükümlülük getiriyordu. Bu koşullarda ahlakın kendisi gibi ahlaki eğitim de temelde  dine dayalı olmak zorundaydı.Amacı her şeyden önce insanlara dini varlıklara karşı nasıl davranmaları gerektiğini ve bu konuda kendilerine yararlı olacak dini kavramları öğretmek üzerine oturtulmuş bir ahlak eğitimi söz konusuydu. Ancak yavaş yavaş bu durum değişti. Zaman içinde insanın insana karşı yükümlülükleri çoğalıp, belirginleşip, ön plana geçerken diğerleri geriledi

Rasyonelleşmiş bir ahlakın, dini bir temele oturduğu süre içinde mantıksal açıdan mahkum olduğu durağanlıktan derhal kurtulduğu görülmektedir. Ahlak ölümsüz ve yerinden kımıldamayan bir varlığın koyduğu bir yasa gibi algılandığında, bu ilahi gücün bir tür değişmez yansıması gibi kabul edilmektedir. Oysa benim göstermeye çalıştığım gibi algılandığı zaman toplumsal ahlak toplumsal bir işleve sahip olmakta ve toplumlardaki göreceli süreklilik ve değişiklik sürecine katılmış olmaktadır. Bir toplum bir anlamda var olduğu sürece pek değişmez.. Geçirdiği tüm değişikliklere karşın onda alttan altta hep değişmeden kalan bir şeyler vardır. Bu yüzden sahip olduğu ahlak sistemi belli bir değişmezlik ve sürekliliğe sahiptir. Ortaçağ ahlak anlayışıyla, günümüz ahlak anlayışında bazı ortak noktalar vardır. Öte yandan aynı kalıyor gibi görünen toplum bir yandan da değiştiği için ahlak anlayışında da buna koşut gelişmeler olmaktadır. Toplumlar karmaşıklaşıp, daha esnek bir görünüm kazandıkça bu dönüşümler giderek daha hızlı ve önemli bir hale geldi. İşte bu yüzden az önce temel görevimizin bize uygun bir ahlak anlayışına sahip olmak olduğunu belirttik. Bu yüzden ahlak bir yandan toplumun doğasındaki durağanlığı ifade ederken, bir yandan da sonu gelmez bir değişim gösterebilmektedir…

Kul-Tanrı ilişkisini Birey-Toplum ilişkisine dönüştüren Durkheim insanın insanla olan ilişkilerinde de radikal bir değişiklik olması gerektiğini savunmaktadır. Modern toplumlardaki laik ahlak anlayışına göre insanlar insanlara karşı sorumludurlar. İlkel toplumsal yaşamın basit gereksinimlerine yanıt verebilen dini nitelikler taşıyan ahlak anlayışı, bu yaşam biçiminden kurtularak bilimsel düşüncenin egemenliği altına girmiş bulunan milyonlarca insandan oluşan, karmaşık bir yapıya sahip modern toplumların gündelik gereksinimlerini karşılamaya yetmediği gün devreye laik ahlak anlayışı girmiştir. Bu toplumda birey-toplum ilişkisinin ahlaki açıdan hayati bir boyuta sahip olduğu görülmektedir:

Türkiye Cumhuriyetinin en çok zorlandığı noktalardan biri hiç kuşkusuz burasıdır. Toplumu belli bir bilimsel düşünce düzeyine çıkartamayan yani rasyonel düşünceyi toplumun bütün (ya da büyük çoğunluğa) bireylerine aktaramayan Türkiye, eğitim ve öğretimin kalitesinin düşmesine koşut olarak son kırk, elli yıl içinde giderek koymuş olduğu ahlaki hedeflerden uzaklaşmış ve az önce dile getirmiş olduğumuz kaotik duruma düşmüştür. Özellikle eğitim ve öğretim açısından bir rekabet düzenini, bir ahlak düzenine yeğleyen toplum giderek kişisel çıkarların ön plana çıktığı tuhaf bir topluma dönüşmüştür. 

Ahlaki eylemin kişisel amaçları olamaz. Ancak ahlaki eylemin kişisel olmayan amaçları bir ya da birçok insanın çıkarına da olamaz.  Bu durumda ahlaki amaçların bireyler dışında bir şeyleri amaçladığını söyleyebiliriz. Bu amaçlar bireyler-üstü amaçlardır. Oysa bireyleri dışladığımızda geriye bireylerden oluşan gruplar yani toplumdan başka bir şey kalmamaktadır. Öyleyse ahlaki amaçların hedefi toplumdur. Ahlaklı bir şekilde davranmak demek kolektif çıkarlar adına davranmak demektir. Önceki görüşleri elediğimiz zaman karşımıza çıkan sonuç budur…

Sonuçta bir bireysel çıkarlar toplamı olan kolektif çıkarların da ahlak dışı olduğu söylenebilir. Toplumun ahlaki davranışın normal amacı olarak görülmesi için bir bireyler toplamından başka bir şey olarak kabul edilmesi, özgün bir doğaya sahip kendine özgü bir varlık olması, üyelerinin her birinden ve bireysel kişiliklerden farklı özgün bir kişiliğe sahip olması gerekmektedir. Kısaca kendini toplumsal bir varlık olarak göstermesi gerekmektedir.  İşte toplum yalnızca ve ancak bu koşulla bireyin ahlak konusunda tek başına oynayabilmesi olanaksız olan rolü üstlenebilir. Sosyolojinin kuramsal gerekçelere dayanarak gösterdiği, toplumun kendini oluşturan bireylerden  farklı bir varlık olarak kavranması  gerekliği, burada karşılaştığımız pratik gözlemler tarafından doğrulanmaktadır. Zira ahlaki bilincin temel aksiyomunu başka türlü açıklayabilmek olanaksızdır. Bu aksiyoma göre insan ancak bireysel amaçlardan üstün amaçlara, kendi ve tüm diğer bireylerden daha üstün bir varlığa hizmet ettiği zaman ahlaklı bir şekilde davranmaktadır. Oysa teolojik kavramlara başvurulmasını yasakladığımız andan itibaren, bireyin üstünde yer alan ve ampirik olarak gözlemlenebilen tek bir varlık vardır ki, o da, bireylerin bir araya gelerek oluşturdukları toplumdur. Bir seçim yapmak kaçınılmaz hale gelmektedir. Eğer ahlaki düşünceler sistemi kolektif bir halüsinasyon ürünü değilse, ahlakın iradelerimizi kendisine bağlayıp, davranışlarımızın yüce amacı olarak gösterdiği  sistem ilahi ya da toplumsal bir varlıktan başkası olamaz. İlk varsayımı bilimsel niteliklere sahip olmadığı için dışlıyoruz. İkincinin tüm gereksinim ve arzularımıza yanıt verdiğini, simgeler dışında birincinin sahip olduğu tüm gerçekliğe sahip olduğunu göreceğiz….

 Ne var ki, Durkheim’in dile getirdiği ve Modern toplumları diğerlerine oranla yaklaşık 80-100 boyunca başarılı kılmış olan bu birey-toplum ilişkisi son yirmi yıl içinde giderek çözülmeye başlamış gibidir. Hiç kuşkusuz bu çözülme daha önce başlamıştır ancak son yirmi, yirmi beş yıl içinde giderek daha net bir görünüm kazanmış olduğu söylenebilir. Mevcut ‘Modern toplumlar’ Durkheim’ın sunduğu ahlak anlayışını tersine çevirmiş/çevirmekle meşgul gibidirler. Dolayısıyla bizim gibi henüz modernleşme sürecine en önemli boyutunu (laik ahlak) sözcüğün gerçek anlamında  katamamış toplumların, mevcut ‘Modern toplum’ görüntülerine bakarak Modern toplum ahlakını böyle bir şey sanması olabilecek en büyük yanılgıdır. Modernleşmenin başarısını Durkheim’ın açıklamasını yapmış olduğu bu rasyonel, insani, birey-toplum etkileşimi üzerine kurmuş olduğunu görmezden gelmek Türkiye gibi önemli bir toplumu sonu olmayan bir kolektif başarısızlığa mahkum etmek demektir ki, bunun da bir tür intihardan farkı olmadığı söylenebilir. 

 

 [1]  Ahlak Eğitimi başlıklı bu çalışma yakında Dokuz Eylül Yayınları tarafından yayınlanacaktır.

 

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.