Talip Apaydın Köy Enstitülerindeki Eğitimin Bir Özelliği Yeniden İmece, 1.sayı, Kasım 2003

Şimdilerde Köy Enstitülerini savunmak artık kolaylaştı. Hemen herkes Köy Enstitülerini övüyor. Geçenlerde bir tren yolculuğunda emekli bir albayla aynı kompartımana düştük. Benim Köy Enstitüsü çıkışlı eski bir öğretmen olduğumu anlayınca başladı o kurumların nasıl değerli okullar olduğunu anlatmaya. Bana hiç söz bırakmadan bir saat konuştu, övdü. Fazla ayrıntıları bilmiyordu ama genel olarak, yüzyıllarca cahil bırakılmış Türk köylüsünü Atatürkçü çizgide uyandırıcı bir eğitimden geçirmenin yolu olduğunu anlamıştı. Abartılı betimlemelerle övdü de övdü. Bana hiç söz bırakmadı. Eski günleri düşünerek, biraz gülümseyerek sonuna kadar dinledim. Bir aralık, 

- Neden gülüyorsunuz, yanlış mı söylüyorum? diye sordu.

- Hayır, dedim. Başka birşey düşünüyorum. Bir zamanlar Köy Enstitüsü düşmanlığı ülkeyi kara bir bulut gibi sarmıştı. Hemen herkes Enstitülerin karşısında idi. Birkaç kişinin dışında kimse savunamadı. Gerici tutucu iktidarların Milli Eğitim Bakanlığı, biz Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlere yapmadığı kötülüğü bırakmadı. Ezdi, sürdü, açığa aldı, dövdürdü. O dönemlerde bizler öğretmenlerin zencisi idik. Her fırsatta cezalandırıldık. Suçumuz Köy Enstitülerinde okumaktı, Atatürk ilkelerini ve aydınlanmacı laik eğitimi savunmaktı. Kimseye boyun eğmeden o anlayış doğrultusunda çalışmaktı. O dönemlerde bunlar ne büyük suçtu! (Bir bakıma şimdi de öyle ya!)

Ama bakıyorum, Köy Enstitülerini herkes savunmaya başladı. Şeriatçı AKP hükümetinin yetkilileri bile Köy Enstitüleri benzeri okullar açmaktan söz ediyorlar. Şaşılacak şey! Nasıl oldu, nasıl geldi ülkemiz bu günlere? Boşa geçen yarım yüzyıldan sonra ülkemizin ve halkımızın koşulları, Köy Enstitüleri eğitim sistemini zorluyor. Dikkatle ve ibretle bu konuya eğilmek zorundayız. Bugün uygulanan eğitimin yanlışlığı, yetersizliği artık saklanamaz boyutlara ulaştı. Cumhuriyetin kuruluşundan seksen yıl sonra ülkenin getirildiği yer bunun açık belirtisi. Gerikalmışlık çemberini kıramıyoruz. Halkımızın büyük çoğunluğu hâlâ ilkel bir yaşamın içindeki yanlış inançların, yoksulluğun karanlığında çırpınıyor. Yönetimin başına geçenler dış güçlerin oyuncağı olmaktan kurtulamıyor. Boğazına kadar borçlu ülke, bağımsızlığını nerdeyse yitirmiş. Bir yandan soyuluyor. Haksız savaşlara işgallere sürükleniyor. Başıboş bir tekne gibi azgın sularda tehlikler içinde boğuşuyor.

Neden böyle oldu? Nasıl oldu da buralara getirildik? Çağdışı yanlış ve yetersiz eğitim yüzünden. En baş neden bu! Aydınlanmacı bir eğitimden geçmeyen, karanlıkta kalan toplumların başına her bela geliyor. İkide bir duyulan "Ah Köy Enstitüleri!" özleminin derinliklerinde yatan neden bu. Geri  kalmış toplum olmaktan kurtulamamak. Yoksulluğu, karanlığı yenememek. Oysa altmış yıl önce bunun yolları ne güzel açılmıştı. Halkımızı hızla geliştirecek, ülkemizi her açıdan canlandıracak, yeşertecek eğitim bulunmuş, uygulanmaya başlanmış, hem de güzel sonuçları alınmıştı. Kendi çıkarlarına uymadığı için karanlığın ağaları, binbir iftira ile Köy Enstitülerini kuruttular. Ülkenin geleceğini kararttılar. Sözde kalan demokrasiye geçince, hep kendileri başta olsun diye, halkı kolayca kandırabilsinler diye onun aydınlanmasını önlediler. Bugün içinde bulunduğumuz ortam böyle yaratıldı. Başka açıklaması yok!

Neydi Köy Enstitülerindeki eğitimin özelliği? Laik, demokratik, aydınlanmacı eğitim. Üretici eğitim. İnsanın değerlerini ortaya çıkaran, çalışma ve gelişme gücünü besleyen eğitim...

İnsanın yaşam sevincini, çalışma gücünü arttıran uğraşların başında güzel sanatlar gelir. Güzel sanatlar eğitiminden geçen toplumlar her açıdan daha çabuk gelişir. Yenileşmeye, yaşamı değiştirmeye, daha ileri olanı aramaya hazırlar. Toplumu durgunluktan kurtarır, devinimli hale getirir. Onun için Köy Enstitülerinde resim, müzik, edebiyat, şiir, tiyatro etkinliklerine önem verildi. Her öğrencinin bu alanlarda beceri sahibi olması istendi. Durgun toplumu kımıldatacak, geliştirecek yaşam sevinci uyandıracak çalışmalar yapıldı. Ezbere dayalı değil, uygulamalı bir eğitim yapıldı. Her öğrenci bir müzik aletini çalacak, şarkılarımızı türkülerimizi doğru olarak söyleyecek, oyunlarımızı zeybeklerimizi oynayabilecek, çok kitap okuyacak, şiir sevecek, güzel konuşacak... Bunun gibi sanatsal becerilerin sahibi olacak. İnsan kişiliğinin kuruluşunda güzel sanatlar sevgisinin çok büyük etkisi olduğunu biz sonradan daha iyi anladık. Gerçek aydın olmanın koşulları biraz sanat eğitiminden geçer. Bu çok iyi düşünülmüş, denenmiş bir eğitim gerçeğidir. Sanat beğenisi olmayan, kişiliğini sanatlardan birisi ya da birkaçı ile beslemeyen insanlar çok kuru kalıyorlar, gerçek aydın olamıyorlar.

Köy Enstitülerinde uygulanan eğitimin öbür ö-zellikleri yanında bu sanat eğitimi de dikkatle incelenmeli ve bugünkü okullarımızda çok yüzeysel, baştan savma okutulduğu unutulmamalıdır.

 

 

 

Talip Apaydın

 

Biz buna layık değiliz...

 

Şubat 2004, Sayı: 2

 

"Uyur itleri, inekleri, ayıları

Bütün aydınları uykusuz..."

 

Bir zamanlar Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde böyle söylemişti. Bugün de geçerli. Ülkesini ve halkını seven her aydın, Türkiye’nin geldiği son durumlardan derin üzüntü ve endişe duyuyor. Uykularını yitiriyor. Seksen yıllık anlı şanlı  Türkiye Cumhuriyeti bugün nereye getirildi? Nasıl bir bataklığa sürüklendi? Nasıl oldu bu akıl dışı olgu?

Ne büyük çabalarla, kanla, terle, özveriyle kazanılmıştı Kurtuluş Savaşımız... Mustafa Kemal Paşa'nın arkasında toplanan yorgun ve bitkin Türk halkı, canını dişine takıp olmaz bir işi gerçekleştirmişti. Büyük bir destandır Kurtuluş Savaşı utkumuz.

Geri kalmışlık çemberini kırmak için gene aynı çabalarla, atılımlarla modern devleti kurmuş, birbirini izleyen devrimlerle çağdaş bir toplum olmanın koşulları yaratılmıştı. Tüm dünyanın şaşkın bakışları altında gerçekten çağdaş bir devlet kurulmuş ve hızla gelişme sürecine girilmişti. Atatürk’ün sorumlu olduğu 15 yıllık dönemde (1923-1938) yaratılan atılımlar, gelişmeler, kalkınma hamleleri, hiç kimsenin yadsıyamayacağı kadar açık ve belirgindir. Kötü yönetimler yüzünden yüzyıllardır geri ve yoksul bırakılmış Türk Ulus'unun hızla kalkınması, kabuk değiştirmesi için en etkin önlemler alınmış, laik akılcı eğitime geçilmiş, yazı devrimi yapılmış, dilimizin ve kültürümüzün yabancı etkilerden kurtulup öz benliğine kavuşması yolu açılmış, yeni Yurttaşlar Yasası kabul edilmiş... Özetle her alanda çağdaş uygarlığa kavuşmak için en uygun şartlar yaratılmıştı.

Her şey çözümlenmiş değildi elbet. Yüzyılların dondurup bıraktığı karanlık, yoksulluk devam ediyordu. Halkın yaşamında hızlı bir değişim yaratılmıyordu. Genel bilgisizlik, yanlış inançlar hâlâ geçerliydi. Bu ancak uzun sürecek yaygın ve etkin bir eğitimle giderilebilirdi. Devletin olanakları son derece kısıtlıydı. Nasıl olacaktı bu iş? Ne kadar zorlansa da eğitim ve kültür düzeyinde, ekonomik alanda fazla bir atılım yapılamıyordu. Halkın büyük çoğunluğu yoksuldu. Atatürk’ü ve öbür yöneticileri sanırım en çok üzen konular bunlardı.

Dışarıdan içerden hiç yardım almadan, borçlanmadan, halkımızın kendi gücüyle kalkınması, toprağımızın ve insanımızın öz  kaynaklarını seferber ederek kurtulmayı ilke edindik. Bugünkü açıdan bakınca sağlam ve isabetli bir yolmuş. Bunun başka koşulları da var elbet. Yurtsever olmak, dürüst ve çalışkan olmak, halkın güvenini sağlayan bir yönetimi yürütmek. Bunlar sağlandı mı kalkınma hızı kendiliğinden yaratılıyor. Atatürk döneminin başlıca özelliği buydu. Ve ortalama %7 gibi bir daha hiç ulaşılamayan bir kalkınma hızı sağlandı. Üstelik ağır sanayiinin alt yapısı o dönemde atıldı. şeker fabrikaları, mensucat fabrikaları, demir-çelik fabrikaları, binlerce km. demiryolu, büyük devlet yapıları, okullar, hastaneler... Hem de Türk parası hiç değer yitirmeden, hem de tek kuruş borç alınmadan, hem de her yıl denk bütçelerle...

Bugün bakınca anlaşılmaz bir olgu gibi görünüyor. Sanki bir efsane. Evet efsane!

Asıl önemlisi tüm dünyada saygın bir devlettik biz. Yoksulluğumuz sürüyordu ama kimsenin önünde baş eğmeyen, kişilikli, tam bağımsız bir devlettik. Dışarıdan gelip ikide bir maliyemizi kontrol edecek, şunu şöyle yapın diye emir verecek, maaşları düzenleyecek kişiler, kuruluşlar ne söz, rüyalarında göremezlerdi böyle saçmalıkları.

Bugün boğazımıza kadar borçluyuz ve iliğimize kadar sömürülüyoruz. Yeni borçlar alabilmek için kapı kapı dolaşıyoruz. Avrupa topluluğuna gireceğiz diye vermediğimiz ödün kalmadı. Sanki girince her kapı açılıverecek. Adamlar oyun oynuyorlar. Onurumuzu kırıyorlar. Bizim yöneticiler neyin derdindeler, nelerle uğraşıyorlar! Sanki bu dünyada yaşamıyor hiçbiri.

Hayır, biz buna layık değiliz. Olamaz bu kadarı! Acı içindeyiz. Uykularımızı yitirdik...

 

 

 

 

 

 

 

 

Talip Apaydın

 

Köy Okulları

 

Ağustos 2004, S.4

 

 

Köy okullarının ve öğretmenlerin durumu ayrı bir dramdı. Bölgede her yıl iki-üç köye yeni okul yaptırıyorduk. Nice büyük köylerde hala okul yoktu. Taşını kumunu köylü çekeceği için, bir de uygun bir okul yeri gösterecekleri için –o zaman böyle idi- okul istemiyorlardı. Bir çok kez gelip gidiyor, uğraşıyordum. Hele Zuğru köyünde nasıl bir savaşım verdim, düşündükçe tüylerim hala diken diken oluyor. Muhtar askerden yeni dönmüş uyanık bir gençti. Okul yapalım istiyordu. Nüfusu binin üstünde büyük bir köydü. Fakat oralı bir pir-i fani Hacı Osman emmi vardı, köylü onun ağzına bakıyordu. Yeni okula karşıydı bu yaşlı adam. Köyün çocuklarına belki otuz yıldır kuran okutuyordu. Muhtar ona gitmemi, elini öpüp olurunu almamı istedi. Gittim. Karanlık izbe bir odada burnumun direğini sızlatan bir kokuyla karşılaştım. Cenaze kokusuna benziyordu. Biraz gözüm alışınca eli yüzü sararmış, ak sakalı göbeğinde seksenlik ihtiyarla karşılaştım. Dağ başındaki koca Zuğru köyünü dondurup bırakmıştı adam. İstanbul medreselerinde okuduğu söyleniyordu.

Oturdum karşısına, başım dönene kadar konuştum, ama o hiçbir karşılık vermedi. Duymuyor muydu acaba? Önce öyle düşündüm. Yanımızdakilere sordum, duyar dediler, konuş sen. Biraz daha konuştum. İhtiyardan hiçbir tepki gelmiyordu.

-Sıra sizde bu köye okul yaptıracağım, diyerek çıktım yanından.

Arkamdan köylüler geldiler, "Biz okul istemiyoruz bey, git başka köye yaptır" dediler.

-Hayır, burada yaptıracağım!

Okul yeri saptamak için köyün çevresini dolaşmaya başladım. Uygun bir yerde duracak oldum, fakat o ne? Taşlar yağmaya başladı üstüme. Bir kadın etinden et koparılıyormuş gibi bağırıyordu. Yanındakiler de katıldılar. Küfürler yergiler… bini bir para. Üstüme üstüme geliyorlar. Muhtar kolumdan çekip uzaklaştırdı beni.

-Vazgeçelim hocam, dedi. Bu köye okul yapılmaz.

-Yaptıracağım, dedim. Devlet jandarmasını getirir, okulunu yapar buraya.

Gittim geldim, uğraştım. Durumu Milli Eğitim Müdürü’ne aktardım.

-Vazgeç öyleyse, dedi. Başka yere yaptırırız.

-Olmaz müdür bey, bir yaşlı emmiye yenilecek miyiz biz? Köyün nüfusu şu, şu kadar çocuk var… Diller döktüm. Sonunda programa alındı. Jandarmayla, bucak müdürüyle, fen memuruyla falan gidip okulun temelini attık. Gene kazmalarla, taşlarla üzerimize saldırdılar. Taş yağmuruna tutulduk.

Dereden kum çekilmesi, karşı dağdan taş taşınması konusunda da köylüler büyük zorluklar çıkardılar. Bütün yaz uğraştırdılar bizi. Hani derler ya "anamdan emdiğim burnumdan geldi" öyle olduk. Ama okul da yapıldı.

O yıl Hacı Osman emmi öldü. Kahrından öldü dediler.

Bir şiir yazmıştım, Varlık Dergisinde yayınlandı. Susuzluk adlı kitabıma da aldım,

Zuğru köyünün karanlığına kurşun sıktım

Dinleme oradan gelen sesi

Yuvası bozulmuş yılanın endişesi

Aydınlığımda boğulacaktır

Ben geleceğe en sağlam köprüyü attım.

 

Okulun duvarları yükseldikçe

Zuğru’lu çocukların hayran gözlerinde

Geri olan eski olan

İlk olarak yerildiğini hissetti

İyi niyetlerimin önünde.

 

Bu türkü benim ben yaktım

Söylendikçe içim açılacak

En olmaz ağacın dalında

En kıraç tarlada açan beyaz çiçek

Zuğru köyüne okul yaptım.

 

Yıllarca sonra Ankara’da çalışırken Dışişleri Bakanlığı’ndan bir genç bana telefon etti. Zuğru’luymuş  "Hocam, siz beni anımsamazsınız. Zuğru ilkokulunun ilk mezunlarındanım. Turhal ortaokulunda da kısa bir süre öğrenciniz oldum. Ben oraya geldiğim yıl siz ayrıldınız…"

Çok heyecanlandım.

-Öyle mi, nasıl oldu bu iş?

-Zuğru ilkokulunu bitirince ailem Turhal’a göçtü. Ortaokulu orada okudum. Lise’yi Tokat’ta bitirdim.. Sonra da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Çin Filolojisi bölümünden mezun oldum. Şimdi Dışişleri Bakanlığında memurum.

-Hay Allah çok güzel. Çok memnun oldum! Başka okuyanlar var mı köyünüzden?

-Var hocam epey var. Öğretmen, sağlık memurları… Ziraat mühendisi bile var.

-Ne güzel! Görüşelim.

-Görüşelim hocam. Size anlatacak çok şeylerim var. Arkanızdan çok şeyler söylendi ama şimdi anlıyoruz durumu. Emekleriniz boşa gitmedi, inanın…

Telefonu kapadım. Bir süre kalkamadım yerimden. Gözlerim yaşardı.

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.