Varlık Özmenek Yazıları Şubat 2004, Sayı:2 Bir Yaşanmışlık Öyküsü Demokrasi Enstitüleri

Hiç bir şey durup dururken olmaz.

Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği'nin yayın organı Yeniden İmece'nin çıkışı da öyle; durup dururken çıkar mı?

Nasıl bir ülke koşullarında çıkıyor?  Hangi toplumsal gereksinim ve sorumluluklar adına ses çıkartmaya çalışıyor?

Yeniden İmece'nin çıktığı 2003'ün sonunda mercekten bakıldığında Türkiye nasıl bir ülke görünümündedir?

Türkiye'nin dramatik sahnesinde tam bir haramzade ziyafet sofrasını andıran medyasından doğrusu korka korka çıksa da çarpıcı bir tesbite kulak verelim:

• "İnanılmaz... Devlet(in) belki de dünyanın en büyük dolandırıcılık olgusuyla karşı karşıya kaldığı"(1) bir ülke...

• "Yüzyılın, belki insanlık tarihinin en büyük dolandırıcılık olayı"nın(2) yaşandığı bir ülke...

Böyle bir ülkede haklı bir duruşma çağrısı olarak nitelendirilebilir Yeniden İmece.

Dünyanın 'küresel köy', Türkiye'nin de ne köy ne kent, 'kondu' olarak uyum çekişmelerinin yaşandığı bugünkü zaman kesitinde, Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik sorunlar; "yüzyılın, belki de insanlık tarihinin en büyük dolandırıcılığı" sözcükleriyle tanımlanmaya çalışılırken, siyasal, sosyal, eğitim, kültürel göçükleri ve çürükleri betimleyecek sözcükler bulunamıyor...

Dolandırılan; bir halkın adıyla ve sanıyla "İnsan olma davası" dır.

İnsanlık ve eğitbilim tarihindeki özgün ve uygulamalı bir uygarlık deneyiminin, emek-değer eğitimle emek-ürün demokrasi gerçekleşiminin durdurularak harab edilmesine dayanan bir dava. Dolandırıcılık davası mı diyelim?

İlk İmece'ye (1961) ilk duruşma çağrısı dersek, Yeniden İmece'ye ikinci ve artık ivedi duruşma çağrısı diyebilir miyiz?

Olay ve dava budur, kanımca.

Ben bu olayın ve davanın bir ömür ve meslek yaşanmışlığıyla tanığıyım.  Hatta bu davanın tersine döndürülen bandının sanığıyım...

Bilimciler olguları gözlerler; bir metod aracılığıyla araştırırlar, incelerler, sonuca varırlar.

Gazeteciler ise olayları belirli ilkeler ışığında, olabildiğince beş duyularını işlevli kılarak gözlerler ve saptadıkları doğru'yu bir fikri takip izleğinde kamuya iletirler.  O ki, kamu dolandırılmasın.

Şimdi, Yeniden İmece dergisinin benden istediği "Köy Enstitüleri, Eğitim ve Demokrasi" konulu bu yazıya koyulurken olaya/davaya nereden başlayacağım?

- Başla bir yerden, demeyin kolaycacık.

Ben gazetecilik mesleğine ilk "İmece"den başladım.  Yıl: 1963

Demek ki; bu yılla 41 kere maşallah!

Dahası ve öncesi de var.  Ben bu olayın/davanın içindeki bir tarihte doğdum. O yıl (1943) çok çetin geçen kış şartlarının yaşandığı Eskişehir steplerinde bir yerdeki Çifteler Köy Enstitüsü'nün müdürü M.Rauf İnan, mart ayının zorlu haftalarında çalışmalarını yazarken şöyle anlatıyor:

"...Öğleden sonra Mahmudiye'den telefonla bir kız çocuğum olduğunu bildirdiler... Adı hazır olan kızım Ayşe Gün doğmuştu... Hemen o bir kaç hafta içinde Mahmudiye'deki enstitü bölümünde üç çocuk dünyaya gelmişti.  Müzik öğretmeni, çocukluk arkadaşım Tevfik Aykal'ın oğlu, günümüzde dünya ölçüsünde tanınmış orkestra şefi Gürer Aykal.  Enstitüdeki ilk öğretmen arkadaşım Hamit Özmenek'in oğlu -Bilim ve Sanat dergisinde kendisini yazı ve düşün alanımıza tanıtan- Varlık Özmenek adlarını koymak onuru da benim oldu..."(3).

Yani olayın/davanın içinde doğdum ve adlandırıldım.

Hayata ve dünyaya dair ilk izlenimlerimi de olayın/davanın içinde edinmeye başladım.  Annemin ninnilerini hayal meyal hatırlıyorum; hepimizin duyduğu bildiği hayatlarımızın ilk dinlemesi süt gibi doyumsuz şarkıları...

Babamın ninnileri ise özünde aynı olmakla birlikte her biri canlı, somut yaşam mücadelelerinin verildiği 'imece yerleri'nin (Çifteler, Aksu, Pulur, İvriz, Arifiye) işlik ve dersliklerinden yayılan seslerle sarmaşan kutsal bir şenlik güftesi gibiydi:

"Ayinesi (aynası) iştir kişinin, lafa bakılmaz evlat.  Dava insan olma davamızdır..."

İlk okumayı yazmayı İvriz Köy Enstitüsü Uygulama İlkokulunda öğrendim.  İlk öğretmenim de, babamın Çifteler'den öğrencisi İbrahim Koç'tu... İlkokulumu yapanlar, aynı zamanda kendi okullarını yapan aralarında bildiklerinizden Mahmut Makal'ın da bulunduğu Köy Enstitülülerdi.  

O yokluklar yıllarında Toros'un eteklerindeki ıssızlıkları ısıtan nefeslerle yapılan okullar...Bakın 'imece yerleri'nde nasıl yükseliyordu yapılar:

"Yokluklar sürüyordu...Çivi yokluğu bayağı sorundu.  Şuhut'da staj yapmakta olan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi İhsan Güvenç çivi bulamadığı için yapı işlerinin durduğunu yazıyordu.  Elde 5 kg. çivi bile yoktu.  Ekonomi Bakanlığı'nca hastane yapımında kullanılmak üzere Afyon Valiliği'ne gönderilmiş çivilerden birazının okul yapımında kullanılmak üzere verilmesini istiyordu Güvenç...Yapı işlerine yardımcı olup hızlandırmak için Hasanoğlan'dan Savaştepe'ye gönderilmiş olan (Macar usta) Sili Layoş çivi yokluğuna karşı çözümü İstanbul'a gidip hurdacılardan eski, paslı çivileri toplayıp getirmekte bulmuştu.  Kilolarla kullanılmış çivi iki günlük yoğun bir çalışma ile düzeltilip doğrultuldu ve yapı işleri yeniden yürümeye başladı..."(4).

Ben bu yoklukları ve zorlukları gördüm ve yaşadım.  Babam ne çok tembih ederdi:  "Aman evladım, eğri paslı diye çivileri bir yerlere atma.  Gördüklerini ve bulduklarını kutuda topla. Bu binalar bunlarla yapıldı..."

En çok bir haftalık zorlukların, yorgunlukların atıldığı  'cumartesi geceleri'ni severdim.  Önce geçen haftanın genel değerlendirilmesi, eleştiriler, özeleştiriler... Öğrenciler, okulun müdüründen ambar memuruna,  demirci ustasından matematik hocasına kadar... Herkes herkesi serbestçe, kıyasıya eleştiriyordu; saygı ve ölçü nirengisinde... Çocuklar meraklıdırlar laflara; gözlerimizi aça aça dinlerdik; kim kimi nasıl eleştiriyor?  Sonra da gelsin oyunlar, şiirler, şarkılar; fıkralar, güldürüler, horonlar...

Cumartesi Geceleri, aslında Demokrasi Enstitüleri'nin Canevi'ydi diyebilirim.  

Olayı/davayı yerinde gözleyip izlenimlerini "Yarının Türkiyesine Seyahat" adlı kitabında (1944) toplayan gazeteci Ahmet Emin Yalman, benim sayısız çocuksu tanıklığını yaptığım Cumartesi Geceleri'nden birini şöyle anlatıyor:

"Türlü türlü milli oyunlar oynadılar.  Bunların hepsinde mükemmel bir sevk ve idare, takım halinde çalışma ve ahenkli ve canlı bir ifade vardı.  Fakat idare edenler hep erkekti.  Müdür Rauf İnan'a sordum:  

-  Kızlar bir oyun idare edemezler mi?

Etrafa gözünü gezdirdi.  Bir köşede oturan bir kızı yanına çağırdı.

-  Bir zeybek oynatabilir misin? dedi.

Kız bir saniye tereddüt geçirdi.  Birdenbire istenilen şey, program haricindeydi, hazırlığı yoktu. Sonra:

-  Peki...dedi ve ayrıldı.

Birkaç dakika içinde kız ve erkek arkadaşlarını seçti.  On beş kişilik bir grup oldular.  Sakin davranışlı kız, canlandı, bir dağ kahramanı halini aldı.  Gerek kendi canlı hareketleri ve gerek takım yönetmedeki isabet ve mahareti görülecek bir şeydi.  Dünya yüzünde yeni bir çeşit insan tanımış gibi haz ve ferahlık duydum"(5).

Ben işte o, gazeteci Ahmet Emin Yalman'ın "Dünya yüzünde yeni bir çeşit insan tanımış gibi haz ve ferahlık duyduğu"..."Sakin davranışlı iken canlanıp, bir dağ kahramanı halini alan" kız öğrencilerin, bir gün erkek arkadaşlarından ayırtılıp bir toplama kampına götürülür gibi İvriz Köy Enstitüsü'nün meydanından süzülüp götürüldükleri günün acısını da yaşadım. Aklımda kalan biri Gülizar abla da gitti...

İlk okuduğum kitap Dede Korkut Masalları'ydı.  İlk okuduğum dergi: İvriz Dergisi...Enstitü'nün Dergi Kolu yayınıydı.  Öğrenciler çıkarıyordu.  Yazılar, şiirler, öyküler, haberler... Öğretmenlere de yazdırıyorlardı, kendileri de yazıp çiziyorlardı...İçlerinde  Kemal Bayram Çukurkavaklı'yı özellikle anmak isterim.  Niçin?  Yazının ilerleyen bir bölümünde belirteceğim.  Şiir yazıyordu...

Bir masal anlatımına koyulduk gibi oldu ama, olayı/davayı sizlere mümkün olduğunca içinde yaşanmışlığıyla aktarmaya çalışıyorum.

İmece Yerleri-Köy Enstitüleri-Demokrasi Enstitüleri...masalı.

Çoğu kişinin, elli, kırk, otuz, yirmi...yıllardır, hatta bugün de demir pençe bir ısrarla; 'Yine Köy Enstitüleri masalı mı?' diye sorduğu, dahası, gülüp geçtiği, alayladığı ve kör bir 'tezek topu'na alıp tekmelediği, saldırdığı 'İnsan Olma Davası' masalı...

Gerçekten de bir masal...

Niçin çocuklar masalları sever?

Ve de aynı masalı dinlemekten hiç usanmaz çocuklar?

Örneğin benim de ilk kez İvriz Köy Enstitüsü Uygulama İlkokulu yıllarımda okuduğum Parmak Çocuk ile Dev masalı...

Niçin hiç bıkıp usanmaksızın aynı masalı dinlemekten hoşlanır çocuklar?

Kolay değildir, boşuna değildir.  Çocuklar hayallerinden aldıkları güçle yeneceklerdir hayatın zorluklarını; yeni bir hayatı o güçle kuracaklardır da ondan...  Masallar ve oyunlar ve hayaller insan yavrusunun gıdasıdır.

Ne zaman ki artık masal dinlemeyi bırakırlar ve büyüyüp de 'Artık masal anlatmayı bırak!' demeyi öğrenir insanlar, o zaman hem ihtiyarlamışlardır, hem de artık geçen hayatın ağırlığı altında ezilmişlerdir; pestil olmuşlardır...

Aklıma masal da diyebilirsiniz bir film öyküsü gibi bir şey geliyor:  Bir 'Tren soygunu' öyküsü mü, masalı mı?

Kısaca...

Trenin adı:  Köy Enstitüleri

Yolculuğun adı: Yarının Türkiyesine Seyahat

Baş makinist:  Dünya eğitimbilim tarihinin olduğu gibi uygarlık tarihinin de özgün emek-değer deneyiminin uygulamalı eylem kılavuzu "Eğitim Yoluyla Canlandırılacak Köy" kitabının yazarı, İsmail Hakkı Tonguç...

Sadece geçen yüzyılın değil, Anadolu'daki bin yılın en büyük sivil toplum devriminin, değişim-dönüşüm birey'leşme devriminin hem yaşamcısı, hem söylemcisi, hem eylemcisi İsmail Hakkı Tonguç...

Tren durdurulmuş, soyulmuş, harab edilmiştir...

Tarihçi Albert Howe Lybyer'in; "Dünyadaki halkların çok azı karşı konulamayacak bir otorite tarafından bu denli ezilmiştir" dediği Türk halkı dolandırılmıştır...

Ben bu filmi gördüm, masalı yaşadım.

Gazetecilik mesleğine ilk adımımı attığım İmece emekçiliğimin ilk ürününü matbaadan aldığım gün ,dergi, fırından yeni çıkmış simit kokusu gibi geldi bana.  O anı çözen Mahmut Makal oldu:

"Eh Varlık, bu matbaa mürekkebi adama değmeye görsün.  Çıkmaz!"

Çıkmadı.

Bir yandan İmece'de çalışıyordum, bir yandan hukuk okuyordum.  Bir yıl kadar sonra bıraktım.  Öğretmen Okulu'nu dışardan bitirip, askerliğimi köy öğretmeni olarak yapmağa gittim.  

İmece sürüyordu... 

İlk "İmece"nin çağrısıyla güç bulduğu TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) örgütlenmesinin içindeydim.  Fakir Baykurt  bu imece'nin başustasıydı, ben Konya Sarayönü ilcesi TÖS Şube başkanıydım.

Köy Enstitüleri, görkemli bir sivil toplum örgütlenmesi TÖS'le  sürgün vermişti...

Askerlikle birlikte köy öğretmenliği dönemini tamamlayıp, 1967 yılının sonunda TRT'nin ilk kez başlayacağı televizyon yayınları için açılan televizyon programcılığı sınavından geçerek TRT kurumuna girdim.   Girer girmez de, Tep-Sen'i (Televizyon Programcılari Sendikası) kurmamız bir oldu. TRT kurumunu toplu sözleşme masasına çağırmamız bir oldu. Ve de sonumuzu tayin etmede etkili oldu.  Neyse...

31 Ocak 1968 günü deneme yayınlarına başlayan TRT Ankara Televizyonu'nun ilk kurucu ekibindeydim.

Türkiye'de televizyon yayıncılığın kurucu önderi Mahmut Tali Öngören ölümünden (1999) bir yıl önce çekilen bir belgesel filmde bu ekibi şöyle anlatıyor:

"Bu ekip gerçekten pırıl pırıl insanlardan oluşan bir ekipti.  Televizyon deneyimleri o yıllarda çok derin değildi ama çok enerjik bir ekipti... Aralarında köy öğretmenleri vardı.  Benden çok daha genç yaşta olmalarına karşın aralarında Türkiye'nin gerçeklerini öğrenmiş insanlar vardı..."(6).

Öngören bu ekiple "ses getiren programlar" yapıldığını anlatır.

Konumuzla doğrudan ilgili iki örnek vereyim:  17.7.1969 günü yayınlanan ve dokuz gün önce Kayseri'de toplanan genel kurulunda TÖS'e yönelik saldırı olayını işleyen "Niçin? Niçin?" adlı program ile 17 Nisan 1970 günü yayımlanan "Köy Enstitüleri" adlı uygarlık koşusunun işlendiği program...

Öngören devam ediyor:  "Bu tür programlar gerçekten Türkiye'deki resmi çevrelerin hiç alışık olmadığı yayınlardı ve büyük baskılar geldi..."

Ve gerçekten bir imece enerjisi ve coşkusuyla yayına başlayan TRT Ankara Televizyonu'nun soluğu 12 Mart 1971 darbesiyle  kesildi.  TRT'nin özerkliği kaldırıldı...

Köy Enstitüleri'nin yıkılış anıları ve babamın sürgünlüğü anılarım tekrarlanır gibi oldu...

Televizyon imecesinin kurucu önderi Mahmut Tali Öngören ve onun kurucu emeğinin ödünsüz imecileri  bir daha döndürülmemecesine TRT'den koparıldılar...

Yıllar sonra Mahmut Tali Öngören anlatısını sürdürüyor:  

"Köy Enstitüleri bir zamanlar nasıl Türkiye'de insanların ufkunu açtıysa, TRT de gerek radyo gerek televizyonda kendisini izleyen Türk vatandaşına yepyeni ufuklar açabilirdi... Eğer 12 Mart darbesi olmasaydı -yaşım icabı ya da şu olurdu bu olurdu ben TRT'den ayrılabilirdim; fakat- bu ekibin TRT'ye getirdiği demokratik yayıncılık geleneği çok gelişebilirdi...."

Olay/dava buydu...

İşsizlik günlerimden sonra meslek yaşamımın ilk gazete olayına geliyoruz.

İlk gazetem bir Köy Enstitülü'nün sahibi olduğu Yenigün'dü...

İvriz Köy Enstitüsü'nde çıkan İvriz Dergisi'nde şiirlerini okuduğum ve oradan tanışık olduğum Kemal Bayram Çukurkavaklı'nın sahibi olduğu Yenigün gazetesi...

Çukurkavaklı bizden sonra gittiği Düziçi Köy Enstitüsü'nde öğrenimini sürdürürken 1950'de Ceza Yasası'nın 142. maddesine aykırı eylemde bulunduğu savı ile tutuklanmış, tahliye edilince yeniden okuma olanağı bulamamıştı.  Otel katipliği, inşaat işçiliği, garsonluk gibi işlerden sonra askerliğini de yapıp Adana'da bir yerel gazetede çalışmaya başlamış, sonra İstanbul'a geçmiş, çeşitli gazete ve dergilerde düzeltmenlik, yazarlık, yöneticilik yaptıktan sonra da, Ankara'da bir gazete sahibi olmuştu. Ağırlıklı olarak Köy Enstitülü yazarları toplamıştı...

12 Mart döneminin önemli bir imecesiydi Yenigün...1992 yılında kaybettiğimiz Kemal Bayram Çukurkavaklı'yı sevgiyle anıyorum.

O günden bu güne  gelirken, 12 Eylül 1980 darbe döneminde genel yayın yönetmenliğini yaptığım aylık "Bilim ve Sanat" dergisinin gerçek bir imece ürünü olarak varlığını 8 yıl 99 sayı sürdürdüğünü belirtmek istiyorum.

Özetle bir imece çizgisi sürüp gidiyor.  

Köy Enstitüleri... Eğitim... Demokrasi...

İmece Yerleri...İşlikleri... Derslikleri... Demokrasi santralları bir ören yeri görünümünde. 

Olayı bir gazeteci gözüyle ve izleği ile çizgilemeye çalıştım.  Başa dönersek...

"Yüzyılın belki de insanlık tarihinin en büyük dolandırıcılık olayı"nı olanca boyutlarıyla tespit etmek yaşamsallık arzediyor.

Türkiye'nin ve de hatta 'Küresel Köy'leşen dünyanın evrensel istikamette böyle bir tespite gereksinimi vardır.

İ.Hakkı Tonguç'un uygulamalı uygarlık projesi, değerini ve önemini artan bir emek-değer yaşamsallıkla sürdürüyor.

Yaşamı, eylemi ve söylemi ile anıtsal bir emeğin sahibi olan Tonguç'un ölümsüz kitabı "Eğitim Yolu İle CANLANDIRILACAK KÖY" ün 'Son'unda güneşli yolun yazısı okunuyor:

"...İnsan oğlunun kazanacağı en büyük zafer, korkuyu yenmesiyle elde edilecek zaferdir..."

Yoluna saygıyla!

 

 

 

VARLIK ÖZMENEK

 

New York Köy Enstitüsü

 

Mayıs 2004, S.3

 

 

Evet evet, yanlış okumadınız: New York Köy Enstitüsü. 

Talip Apaydın ile birlikte New York’a uçmak üzere 24 Nisan günü Esenboğa’da merdivenleri tırmanırken birbirimize takılıyoruz: 

"- İş ciddileşiyor!.." 

New York’taki "Öykülü Geceler" den çağrı aldığımız altı ay öncesinden bu yana Ankara'da her karşılaştığımızda böyle diyorduk birbirimize: 

"- İş ciddi mi acaba?" 

İstanbul’a indik, aktarma olduk; Pakize Türkoğlu da katıldı, yine havalandık. İyiden iyiye New York’a gidiyoruz! 

Konuşuyoruz. Bu defa yine gülücüklü; 

"- İş ciddiyet kesbediyor!" dedik. 

Diyelim ki; Ankara’dan Milas’a otobüsle gidiyoruz... 

Ve bu hesapla ciddi ciddi New York’tayız. 

Bizden önce New York'a varan Osman şahin de aramıza katıldıktan sonra toplantının yapılacağı 619 Lexington 54.Street’teki St.Peter’s Kilisesi’nin konferans salonuna girerken tak biçiminde kemerli yazının altındayız, sanki hepimiz kuş olup elli-altmış yıl öncelerimizin telgraf tellerine konduk; aynen Hasanoğlan, Çifteler, Aksu, İvriz, Dicle... Köy Enstitüsü... yazıları gibi, aynı yazı karakterinde; A’aaaa! Baktık ki; 

"New York Köy Enstitüsü" 

Büyülü bir takın kanadındayız artık... 

Yaklaşık altı aydan beri, "Ciddi mi? Ciddi galiba? Ciddileşiyor mu?.." derken, topluca, içimizde ve gözlerimizde Nisan yağmurları... New York’un Mayıs leylakları... 

İş... Öykülü özlemli düşlemli düşünceli ciddi mi ciddi güzellikli sözlü sesli şenlikli gerçek bir imece... 

30 Nisan-1 Mayıs günlerinde New York’un leylaklı ve öykülü gecelerine "Öykü Festivali" sarmaşıklanıyor. 

Emek ve destek verenleriyle bütünleşen niceliksel üçyüze yakın, niteliği engin, izleyeni dinleyeni gönül vereni... Tam bir imece... (Topluca görülen ortaklaşa iş).

Haber:

"NewYork(A.A) 01.05.2004, Bülent Keneş- Köy Enstitüleri ve Köy Enstitüleri’nden yetişen yazarlar, New York’ta düzenlenen bir ‘Aydınlanma Projesi ve Türkiye’nin Unutulan Tarihi: Köy Enstitüleri’ başlıklı bir toplantı ile anıldı. Açılış konuşması Güngör Mimaroğlu tarafından yapılan gecenin ‘Ustalara Saygı’ bölümünde, Köy Enstitüleri’nden yetişen Dursun Akçam, Fakir Baykurt ve Ümit Kaftancıoğlu gibi edebiyatçıların hayatı hikayeleri ve eserleri anlatıldı. Daha sonra Can Dündar tarafından hazırlanan Köy Enstitüleri belgeseli gösterildi. Toplantının söyleşi bölümüne katılan Talip Apaydın, Osman şahin, Pakize Türkoğlu ve Varlık Özmenek, Köy Enstitüleri’yle ilgili anılarını anlattı ve soruları yanıtladı. Daha sonra Köy Enstitüsü mezunlarının çocuklarının kurduğu Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği’nin desteğiyle, Köy Enstitüleri’nin tarihsel sürecini anlatan ‘Yarım Kalmış Mucize’ adlı bir fotoğraf sergisi açıldı..." 

Sansürsüz okuyucuları "www.oykulugeceler.net"i tık’larlarsa, "Öykülü Geceler" diye emeklenen-çiçeklenen Türkiyeli düşlemli-verimli bir düşünce topluluğunun iki yıllık çalışmaları ile birlikte bu sonuncusu hakkında daha ayrıntılı bilgiye ulaşabilirler. 

şimdi... 

"Öykülü Geceler" ekibi ile "The Moon and Stars Project" tarafından ortaklaşa düzenlenen ve "Mayfest 2004" kapsamında gerçekleştirilen Öykü Festivali’nin açılış konuşmasını yapan "Öykülü Geceler" ekibinin onursal başkanı Güngör Mimaroğlu’na kulak verelim: 

"Neden konu olarak daha önceki programlarımızda olduğu gibi bir öykücü seçmedik de, Köy Enstitülerini koyduk programımıza: Çünkü, Köy Enstitüleri Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli kalkınma ve aydınlanma projesidir de ondan. Diğer nedeni ise, 10 yıl gibi kısa süren yaşantısında bu enstitülerden çok değerli edebiyatçılar, roman ve öykü yazarları çıkmıştır. Onlar sayesinde Türk aydını, Türkiyeli okurlar kendi ülkelerinin yerel kültürünü, özelliklerini ve zengin çeşitliliğini tanıma olanağı bulmuş, ayrıca Anadolu insanının sorunlarını öğrenmiştir. Köy Enstitüsü projesi aynı zamanda bir özgürleşme yöntemidir. Bir ülke düşünün ki, halkın %80’i kırsal alanda yaşar, tarımla uğraşır ve okuma yazma bilmez. Bu ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmanın en kısa yolu eğitimdir. Türkiye’nin o günkü şartlarına özgü bir gereksiniminden doğmuştur Köy Enstitüleri Projesi. Uygulama başladığında, daha ilk yıllarda olumlu sonuç alınmaya başlanmıştır... 

"Bu konuda ünlü eğitimci ve düşünür Amerikalı Profesör John Dewey şöyle demiştir Köy Enstitüleri ile ilgili olarak: ‘Son yıllarda tasavvurumdaki okullar Türkiye’de kurulmaktadır. Bu okullar Köy Enstitüleridir... 

"Oxford’un dünyaca bilinen tarihçi ve eğitimcisi Prof. Arnold Toynbee ise ‘Bu eğitim kurumları köy ile kent arasında, halk ile okumuşlar arasındaki uçurumu doldurmak için pek becerikli biçimde bulunmuş bir çare’ demiştir... 

" Öykü Festivali’nde Köy Enstitülerinin kısa tarihinde yurdumuz için ne büyük yarar sağladığını hatırlayacağız ... Eğitimli ve bilinçli bir toplum asla aldatılamaz, kandırılamaz. Bugün içinde bulunduğumuz duruma ülkemiz gelmemiş olacaktı... 

 "Sözlerimi bitirirken; Köy Enstitüleri kurucusu değerli aydın yüce insan İsmail Hakkı Tonguç ve o dönemin ilerici, özverili, dürüst Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i anmadan geçemiyeceğim. Artık aramızda olmayan değerli büyüklerimiz, başta Atatürk olmak üzere, duyabilselerdi ki, Köy Enstitüleri ışığı sönmemiştir..." 

*** *** *** 

Sevgili okuyucular... 

Son bir ayın beş gününü Almanya’da, iki gününü Konya’da, onbeş gününü de Birleşik Amerika’da düzenlenen toplantılara çağrı vesileleriyle anlamlandırmaya çalıştım. 

Sonuncusundan dönerken, dünyaya; "Bizim Köy" diyesim geldi. 

1964’lerde "Global Köy" denilmeye başlanan dünyamıza İsmail Hakkı Tonguç’un daha 1930’lu yılların sonunda; ölümsüz eseri "Canlandırılacak Köy" diye baktığını soyutladım. 

Canlandım. 

Çağıldandım. 

New York’un düşlemci-özlemci "Öykülü Geceler" emeklenme-çiçeklenme büyücüleriyle...

 

 

 

Varlık Özmenek

 

Uygulamalı Uygarlık Yaratımı

 

Ağustos 2004, S.4

 

 

‘Köy Enstitülerinde Sanat Eğitimi’ konusu incelenirken önce temel konunun; Türkiye’nin en azından 600 - 700 yıllık toplumsal, kültürel, bilimsel, felsefesel ve sanatsal tarihinde yerini bulan Uygulamalı Uygarlık Yaratımı-Köy Enstitüleri  verimi-varlığı olduğu gerçeğinin altını çizmemiz gerektiğine inanıyorum.

Gerçeğin altını çizmemiz gerekir de...  Son yıllarda politik gündemde sıkça sözü edilen;

– Dikkat, tehlikeli ve sakıncalı!  anlamındaki Türkiye’nin geleneksel devlet politikalarının ‘kırmızı çizgileri’ ile mi,

– Yoksa, tarihin geçmişten geleceğe bilge bakışlarını ‘Renk-Ahenk’lendiren mavi çizgilerle mi?.. Nasıl çizeceğiz gerçeğin-gerçekliğin altını?..

Sanırım konunun özü burada  saklıdır:  "Gerçekliğin Ele Geçirilmesi"...

Türkiye’nin 1978’de kıyılan beyin zenginliği Bedrettin Cömert’in görkemli Türkçe çevirisiyle E.H.Gombrich’in "Sanatın Öyküsü" adlı ölümsüz kitabının (1) "12 Gerçekliğin Ele Geçirilmesi-Erken XV.yüzyıl" başlıklı bölümü şu  tümceyle başlıyor:

"Rönesans yeniden doğma veya canlanma demektir..."

Bu yeniden doğuş-canlanma düşüncesinin dünyaya doğru emeklenmeye başladığı İtalya coğrafyasında insanların kafasında neler çağıldadığı da ilginçtir.  Okuyalım:

"Yeniden doğuş düşüncesi İtalyanların kafasında, Roma görkemliliğinin yeniden canlanması düşüncesine bağlanıyordu.  Göğüs kabartısıyla baktıkları klasik dönemle, umut besledikleri yeni çağ arasında, hüzünlü bir zaman parçası..."

Gombrich’in; Sanatın Öyküsü adlı yapıtının bu 12.Bölümü, "Gerçekliğin Ele Geçirilmesi" başlığı altında incelediği  ‘Rönesans yeniden doğma veya canlanma’ konusu; bu bölümü izleyen "13 Gelenek ve Yenilik- I"... "14 Gelenek ve Yenilik-II"... "15 Ulaşılan Uyum"... "16 Işık ve Renk" bölüm başlıkları ile geliştirilerek "17 Rönesans’ın Yayılışı" ile izleklenerek günümüze doğru verimlenir-serüvenlenir...

"Gerçekliğin Ele Geçirilmesi" bölümünün başlangıç cümlesi ve paragrafından yaptığımız alıntıları, "Rönesans’ın Yayılışı" bölümünün ilk paragrafını okuyarak  noktalamayalım da, soru işaretleyelim isterseniz:

"Rönesans dönemi İtalyan ustalarının büyük başarıları ve buluşları Alp ötesi ülkelerde derin etkiler yarattı.  Bilginin yeniden doğuşuyla ilgilenen herkes İtalya’ya yöneliyordu.  İtalya, klasik dünyanın bilgi ve hazinelerinin bulgulanması için gidilen bir yer olmuştu..."

Niçin soru işaretleyelim dedim? 

İşte, bu ‘yeniden doğuş-canlanma’ demek olan Rönesans düşüncesinin beş asır sonra gerek eğitbilimsel gerekse toplumbilimsel alanda kavuştuğu yeniden doğuş ve canlanma uygulamasının  yarattığı verimli soru işareti özelliğinden.  Ve de,  20.yüzyıl Türkiye’sinde, giderek dünyasında eriştiği ve deriştiği Uygulamalı Uygarlık Projesi-Köy Enstitüleri deneyiminin gerek özgünlüğünün, gerekse evrensel değer-veriminin  yaratıcı soru işaretsel niteliğinden, olsa gerek derim.

Gerek Türkiye’nin nereden bakarsanız zihinsel ortaçağını, gerekse dünyanın silahcıl global ortaçağını sarsan bilimsel, felsefesel ve sanatsal uyanma-uyandırılma sorguçlanmasını çizdiği için...

20.yüzyılın ilk yarısında "Canlandırılacak Köy" görünümündeki Türkiye ile gene 20.yüzyılın ikinci yarısında "Global Köy" diye nitelendirilmeye başlanan dünyanın kafasına takılı  ‘göğüs kabartısıyla baktıkları klasik dönemlerle, umut besledikleri milenyum arasındaki hüzünlü zaman parçası’nı çizgilendiren ve seslendiren soru işareti...

Öyle ki; "Rönesans dönemi İtalyan ustalarının büyük başarıları ve buluşları Alp ötesi ülkelerde derin etkiler yaratırken"...Beş asır ötesinde Türkiye’deki  bir Resim-Elişi öğretmeninin (İsmail Hakkı Tonguç) yarattığı bir uygarlık uyanım, canlanım, atılım ve kazanım tablosunun  içgizemine askılanan ve bugün için yaşamsal değere sahip soru işareti... Her fırsatta kendime sorduğum bir soruyu okuyucuya da sorayım:

– Niçin insan yavrusunun ana karnındaki duruşu en çok soru işaretine benzer?

Yeniden İmece Dergisi’nin ‘Köy Enstitülerinde Sanat Eğitimi’ ağırlıklı bu sayısında, konunun ileriye dönük öncelikli yaşamsal  temel bakış-bakaç sorunu bu olmalıdır kanımca; bu soru işareti...

Dünü olan bir yarın projesi?..

Nasıl bir uyanma-canlanma bakacı?...

Sanat; insanla hayat-nesnel gerçeklik arasındaki estetiksel ilişki, diye tanımlanacak olursa, insanın uyandığı-canlandığı yerde sanatın ve sanat eğitiminin neler yaptığı ile birlikte neler yaratabileceğinin düşünülmesi, tartışılması, yaratım projesine dönüştürülmesi... Bir coşku ve enerji reaktörünün oluşumu anlamını  işaretlemez mi?

Bu, öncelikle toplumsal, uygarsal, dolayısıyla sanatsal başlıbaşına bir "Gerçekliğin Ele Geçirilmesi" verimi değil midir?

Karartmalar altında  bir Uygulamalı Uygarlık Yaratımı Projesi... Uygulamalı ‘insanın insanlaşması’ projesi...

Uygulamalı sanat eseri, sanat eserinin eğitimi...

Sürekli bir ‘Gelenek-yenilik, yenilik-gelenek’ çelişkisinden  ‘Ulaşılan bir uyum’ enerjisinin  ‘Işık ve renk’ yayılımı...

Işık ve renk yayılımı olduğu kadar Cumhuriyet’in zorunlu olduğu uygarlık atılımı gereksinimine ulusal özkaynaktan deriştirilmiş bir ses uyanımı bestesidir de Köy Enstitüleri.

Bu çok seslilik ‘Gerçekliğinin Ele Geçirilmesi’ de gerekiyor bugün.

"Canlandırılacak Köy"ün Resim-Elişi öğretmeninin ‘göz nuru’ bestesi seslendirilmeyi bekliyor.

Bir bakıma tıpkı da Mozart gibi...  

Wolfgang Amedeus (1756-1791)... "Çalışkan bir işçiydi.  Genel olarak sabahın 6’sında yazmaya başlardı.  Birkaç kısa mola ve müzik toplantılarının zorunlu kesintileri dışında gece, geç saatlere kadar çalışırdı.  Program ve disiplin, bu kısa yaşamın olağanüstü verimliliğinin hiç değilse bir yönünü açıklar..." (2)

Öğreniyoruz ki, yaşadığı dönemin müziksever imparatoru II. Joseph kendisine bir opera eseri sipariş eder.  O da sevgi, şefkat ve romantizmle yüklü  Saraydan Kız Kaçırma Opera eserini besteler.  1782’de temsil edilen eser İmparator tarafından dinlenir.  İmparator irkilir ve der ki:

- Kulaklarımız için fazla güzel, gereğinden çok nota var! 

İmparator ‘fazla güzellikten’ ve ‘gereğinden çok sesten’ rahatsız olmuştur; ‘çok fazla bilgiç’ bulmuştur Mozart’ı...

O ise şu karşılığı vermiştir:

- Hayır, çok fazla nota değil, bu eserde olması gereken  kadar ses var!..

Kısacık yaşamına ölümsüz ses zenginliği sığdıran bestecinin genç yaştaki ölümü bugün hala tartışmalıdır.  Yukarıdaki bilgileri edindiğimiz satırların devamını okuyalım:

"Gömülüşü 8 Aralık’ta (1791) berbat bir havada oldu.  Büyük bestecinin cenazesine gelen birkaç dostu, yağmurla karışık kar fırtınası şiddetlenince, birer ikişer dağıldılar.  Mezarlığa kadar kimse kalmamıştı.  Ölüsü, fakirlere mahsus müşterek bir çukura kondu..."

İnsanda ne çağrışımlar uyandırıyor bu satırlar, ne çağrışımlar...

Biraz daha devamı:

"Ölümünden sonra eserleri birleştirildi, hayatı araştırıldı, mektupları basıldı, sokaklara alanlara adı verildi, heykeli dikildi.  Salzburg’da anısı için ünlü şenlikler düzenlendi..."

***      ***      ***

Kanımca, Uygulamalı Uygarlık Projesi’nin Resim-Elişi öğretmeninin "Canlandırılacak Köy"ü ülkesinde ve de "Global Köy"e sarmış dünyasında, ‘Gerçekliğin Ele Geçirilmesi’ gerekiyor.  

Uyanma ve canlanma tablosu yeniden yaratımını bekliyor.

Bilincini bekliyor. 

 

(1) Remzi Kitabevi, 1986

(2) Cavidan Selanik, Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni, Doruk yayımcılık, 1996

 

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.