Şubat 2004, Sayı:2 Hasan-Âli Yücel (1897-1961)

Hasan-Âli Yücel’in adını, Anadolu’nun kentten, kasabadan uzak mı uzak bir köyünde duymuştum. Köyümüzde arka arkaya görev yapan iki öğretmen (Selahattin Topçu, Sezai Çağ) de köy enstitüsü çıkışlı idiler. Bunlar, enstitülerin kurucusunun Hasan-Âli Yücel olduğunu söylemişlerdi. Kaldı ki kitaplarımızda onun şiirleri de vardı. Kâğıdın, kitabın, kalemin, defterin bizleri "adam" edeceğini onun şiirlerinden öğrenmiştik. Yine atalarımızın al bayrağımızı gökten yere indirip rengi şafaktan  kırmızı bir buluta sardıklarını da marş olarak söylüyorduk.

İstanbul’da bulunduğum yıllarda yine onun adını klasiklerin çevirilerine yazdığı ön sözde görüyordum. Ara sıra alabildiğim Cumhuriyet’in ikinci sayfasında yazılar yazıyordu. Bir gün sahaflarda yine onun imzasını taşıyan Pazartesi Konuşmaları başlıklı bir kitap aldım. Bu kitapta neler yoktu ki... Atatürk’ün Büyük Söylevi, köye doğru, kültür konuları, vb. Mezarı, okulumun yanı başında bulunan  Fikret’in "ruhu ve felsefesi" de yine bu kitapta yer alıyordu. Yaşamım boyunca Fikret’e duyduğum hayranlığın ilk kaynağı bu yazı olacaktı. Sonra İstanbul kitapçılarının vitrinlerini süsleyen bir kitabı: İyi İnsan İyi Vatandaş. Üstünde Sokrates’in bir tablosu bulunan ve oldukça nitelikli bir kağıda basılmış olan bu kitabı (Fiyatı 8 Lira) elde edebilmek için çektiğim sıkıntıyı anlatamam. Kitabın önsözünde kendisinin, Shakespeare’e gönderme yapan bir dörtlükte, bu dünyadan vazgeçecek kadar bir  bunalıma düştüğünü yazıyordu. Niçin ? Ancak bunu daha sonra öğrenecektim....

Bir aralık İzmir Basın Tarihi üzerine kısa bir araştırma yaparken, 1923 yılında burada çıkan Türk Sesi Gazetesi’ndeki şiirleri ve yazılarını gördüğüm zaman epeyce şaşırdım. Meğer gazetenin kurucularından biri de O imiş. Onun üzerine ilk küçük araştırmamı yayınladım.

1997 Yılında Yücel, UNESCO’nun anılmaya değer büyük insanlar listesine girdi. Bu tarih, onun 100. yıl doğum yıldönümü idi. İzmir’de onun adına bir sempozyum düzenlenmesi için çaba gösterdim. Bu etkinlik özellikle Prof. Dr. Hamza Bulut’un da çabalarıyla gerçekleşti. O günden bu güne Yücel’le ilgili bir çok toplantıya katıldım. Bir belgeselin hazırlanmasına katkıda bulundum. Hakkında bir kaç yazı da yazdım. Bu  büyük insanın düşünce dünyasına girmek bana yeni açılımlar sağladı ve yeni ufuklar açtı. Ölümünün 43. yıl dönümünde bu büyük insanımızı bir kez daha saygıyla anıyoruz.

XIX.Yüzyılın sonlarına doğru, 16/17 Aralık 1897’de İstanbul’da dünyaya gözlerini açan Hasan Âli’nin çocukluğu ve gençlik yılları, ülkenin içinde bulunduğu büyük siyasal, toplumsal ve ekonomik çalkantı ve sarsıntılarla geçti. 1908’de İkinci Meşrutiyetin ilanı günlerinde yepyeni bir kavramla karşılaştı: HÜRRİYET. Kendi anlatımına göre :

"1908 Meşrutiyeti’nin ilanı günlerinde evimizin önünde o zamana kadar alışmadığım kıyafette, bir takım insanlar geçiyordu. Bunların göğüsleri çarpraz fişeklerle donanmış, bellerinde ve ellerinde silahlar , başında boz renkli külahlar vardı. Külahları , silahlarından daha çok dikkatimizi çekmişti. Alın tarafına yazılı şu sözleri hiç unutmamışımdır: YA HÜRRİYET YA ÖLÜM"

Hürriyet denilen bu sihirli sözcük onun belleğinde o kadar derin bir iz bıraktı ki Yücel daha ileriki yıllarda bu kavramı anlamak ve açıklamak için yoğun bir çaba harcayacaktır.

Balkan bozgunu ve onu izleyen felaketlerimizin temelinde bilgisizlik, eğitimsizlik olduğunu genç Hasan- Âli çok iyi fark etmiş ve ileride eline fırsat geçtiği takdirde bu ülkenin insanını eğitmeyi yüce bir amaç olarak daha o zaman kafasına koymuştu.

Birinci Dünya Savaşının sonuna doğru, ülkenin insan kaynakları tükenme aşamasına gelmiş ve çocuk yaşında gençler silah altına alınmaya başlamıştı. Yücel de bu gençlerden biriydi. O, daha Vefa İdadisini bitirmeden kendisini yedek subay talimgâhında buldu. Mütarekeden sonra önce Darülfünun Hukuk Fakültesine, daha sonra Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne yazıldı. Aynı zamanda yatılı olarak yüksek öğretmen okuluna kayıt oldu. Hasan Âli ile birlikte aynı okulda okuyan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle burada öğrenciler, "hürriyetten başka hiç bir konforu olmayan toplu bir hayat" geçiriyorlardı. Hasan-Âlibir yandan da gazetecilik yapıyor ve Anadolu’dan gelen sevindirici haberleri akşamları İkbal Kıraathanesindeki yurtseverlere iletiyordu. İkbal Kıraathanesi o günlerde Anadolu’daki Milli Mücadeleyi destekleyen genç edebiyatçıların, öğrencilerin ve aydınların bir buluşma yeri idi.

Darülfünun Felsefe şubesini bitiren Hasan Âli, felsefe yanında edebiyat, tarih, psikoloji gibi alanlara büyük bir ilgi duymuştur. O zaman yazdığı şiirler tasavvuf öğeleriyle yüklü bulunmaktadır. Türk müziğinde beste yapacak kadar derin bilgi ve beceri sahibi idi. 1920’li yıllarda güftesini yazıp süzinak makamında bestelediği, Atatürk’ün de çok sevdiği bir şarkı, o günlerde bütün İstanbul gazinolarında çalınır olmuştu: 

 

Sen bezmimize geldiğin akşam seher olmaz 

 

Aşkın beni sermest ediyorken keder olmaz 

Ölsem de senin uğruna, cânım heder olmaz

Sen saçlarını çözdüğün akşam neler olmaz

Yücel Fakülteyi 1922’de bitirdi. Dönemin Yeni Mecmua, Dergâh, Düşünce, Milli Mecmua gibi belli başlı dergilerinde şiirleri ve makaleleri yayınlanıyordu. Özellikle felsefe konuları ile ilgili yazıları büyük bir dikkat çekiyordu. Yine bu  yazı ve şiirlerinde yurt ve ulus sevgisini güçlü bir biçimde dile getiriliyordu. 1933’te Dönen Ses başlığı altında topladığı ilk şiirleri, Yunus’tan esintiler taşır, varlıklara gönül gözüyle bakar. İnsanlarla olan ilişkilerinde, onlara sevgi ve gönül ikliminde yaklaşır. Yine ilk yazılarından kimilerini derlediği Pazartesi Konuşmaları’nda okurlarına Montaigne’i anımsatan bir içtenlikle seslendiğini görüyoruz.

"Her inanan insan gibi ben de duyup düşündüklerimi yazmak , onları duyguya ve düşünceye kıymet verenlere sunmak istedim.Yaşadıkça ve okudukça gözüme çarpan hadiselerle meseleler karşısında neler düşündüğümü, neler hissettiğimi anlatmaya çalıştım. Yanıldığım noktalar olabilir veya böyle telakki edilen cihetler bulunabilir.Fakat satırlar üzerine döktüğüm kelimelerle bunların içindeki asılları arasında tam bir uygunluk vardır."

Sözün kısası Yücel; bir düşünür bir kültür adamı olarak yetişmiştir. İnanılması güç bir birikime ulaşmıştır. Ele aldığı konuları bir oya gibi işlemekteki rahatlığı bu birikimden kaynaklanmaktadır. Çevresiyle, ülkenin belli başlı aydınlarıyla kolayca kurduğu iletişimin bu birikimin oluşmasına önemli bir katkıda bulunduğuna şüphe yoktur. 

Kurtuluş Savaşı’nın zaferle bitmesi üzerine Hasan Âli, her tarafı yanıp kül olmuş, sokakları halâ  insan cesetleri ile dolu İzmir’de göreve başladı. 

İzmir Erkek Öğretmen Okulu’nda edebiyat öğretmenliği yapıyordu. Burada bir yandan işgal sırasında neredeyse dumura uğramış eğitime ulusal bir kimlik vermeye çalışırken öte yandan da Esat Çınar ve diğer arkadaşları ile birlikte Türk Sesi Gazetesi’ni çıkarıyordu. İzmir Türk Ocağı’nın yeniden kurulmasında da etkin bir rol oynadı. İzmir’de görev yaptığı sırada başından geçen en önemli olay, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile ilk kez karşılaşmasıdır. 31 Ocak 1923 günü İzmir’de eski Gümrük binasında yapılan toplantıda Gazi’ye soru soranlar arasında Hasan Âlide bulunuyordu. Hasan Âli, Gaziye "Mektep yanında "fosil" haline gelmiş medreselerin daha yaşatılıp yaşatılmayacağını sormuştu:

"O gün Gazi Mustafa Kemal, tam sekiz saat söyledi: Daha zaferi takip yılların başında idik. Henüz bugün gerçekleştiğini gördüğümüz inkılaplar meydanda yoktu. Fakat o, dimağının  levhi mahfuzuna) yazılı imiş gibi bütün ileri zamanlarda yapacağı şeyleri o gün söylenebilecek şekli ile birer birer anlattı. Öyle kudretli bir mantıkla fikirlerini taksid (yığma, biriktirme, toparlama) ediyordu ki, yurt toprakları üzerinde ordular idare eden bu dimağın, fikir sahasında da başkumandan olduğunu o gün anladım..."

Hasan Âli, İzmir’de bir yıl kadar kaldı. İstanbul’a döndü. Kuleli Askeri  Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi gibi İstanbul’un seçkin liselerinde felsefe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. 1927’de bakanlık müfettişi oldu. "Çağının en güzel gözlü Maarif Müfettişi" artık hep "gidiciydi". Bu görevi sayesinde Anadolu’yu karış karış dolaştı. Ülkeyi, ülkenin insanını yakından tanıma fırsatını buldu. Bir aralık Fransa’ya gönderildi. Bu ülkenin eğitim ve kültür kurumlarını inceledi. 1930 yılında Atatürk’ün geniş kapsamlı yurt gezisine katıldı. Bu gezinin akışında geçen, tarihin en zekice yanıtlardan biri olan ünlü "0" (sıfır) hikayesi hâlâ tazeliğini korumaktadır. Yine bu gezi sırasında Atatürk girdiği bir derslikte gördüğü Yücel’in yazdığı mantık kitabını büyük bir ilgi ile incelemiş ve terimlerin anlaşılmazlığına dikkati çekmiştir. Bu terim sorunu, Yücel’in Bakanlığı sırasında çözülecektir.

Ders kitapları, şiirleri, çocuk şiirleri, Goethe, Mevlana, Tevfik Fikret üzerindeki incelemeleri Yücel’in bu yıllardaki ilgi ve araştırmalarının niteliğini ortaya koymaktadır. Türk Edebiyatı’na Toplu Bakış başlığını taşıyan ve Almanca’ya da çevrilmiş olan eseri, edebiyat tarihimizin nasıl araştırılması gerektiğini ortaya koyan yepyeni bir anlayış ve yöntemle yazılmış önemli bir çalışmadır. Goethe üzerindeki araştırması Alman Kültür Bakanlığı tarafından ödüllendirildi. Orta Öğretim Genel Müdürlüğü görevinde bulunduğu sırada yazdığı Türkiye’de Orta Öğretim başlıklı eseri, yeri hâlâ doldurulamayan eşsiz bir kaynaktır. 

Yücel’in Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilmesi rastlantı değildir. Bu aslında Atatürk’ün tercihi idi. Çünkü Atatürk, Yücel’i yakından tanımış ve ona güvenmişti. Yücel’in ülküsü, hazırlığı ve çabası beklentileriyle uyum içinde bulunuyordu.

Yücel’in eğitim alanındaki görülmemiş atılımları ve başarıları bir destandır. Çevresinde bilgili, inançlı, deneyimli bir kadroyla da yola çıktığını belirtmek gerekir. İsmail Hakkı Tonguç, İhsan Sungu, Faik Reşit Unat, Rüştü Uzel, ve daha nice aydın insan, bunlardan sadece bir kaçıdır. Unutmamak gerekir ki Yücel’in bakanlığı  etrafımızın ateş çemberiyle sarılı olduğu bir zaman dilimine rastlamaktadır. Üretici güçlerin çoğu sınır boylarındadır. Ve bütçenin önemli bir bölümü de savunma giderlerine ayrılmış bulunmaktadır.

Yücel işe başladıktan bir süre sonra 10 yıllık Neşriyat sergisini açtı ve Birinci Türk Neşriyat Kongresini topladı. (1-5 Mayıs 1939) Sergi, Harf Devriminden sonra geçen on yıl içinde basılan kitap, dergi ve gazeteleri kapsıyordu. Birinci Türk Neşriyat Kongresi,  "Neşriyat işlerinde de tam demokrat bir ruh ve tam realist bir düşünce ile çalışmak... Memleketin kültür hayatının terakki ve inkişaf için" yapılması gereken işleri ele almak amacını güdüyordu. Bu kongre basınımızda da geniş bir ilgi buldu. Türkiye’de basın yayın işleri, ilk kez bu kadar kapsamlı bir kongrede ele alındı. Kongrenin öngördüğü hedeflerin hâla bu gün aşılamadığını belirtmek gerekir. 

Bu çalışmaları Birinci Maarif şurası izledi. şurada, eğitim ve kültür alanında izlenecek kararlar alındı. Bu karaların arasında kırsal kesimdeki bilgisizliğe son vermek  "sosyal hayatımızda yaptığımız büyük devrimleri köye götürmek" ve anlatmak da yatıyordu. Köy Enstitüleri böyle bir bilincin ürünüdür. Köylüyü aydınlatmak, okutmak, bilgili kılmak II.Meşrutiyet’ten beri aydınlarımızın üzerinde durduğu bir konudur. Hatta bu dönemde İzmir’de çıkan Köylü gazetesi sık sık köylerimiz için, kent ve kasabalardan farklı bir eğitim düzeni kurulması gerektiğini savunuyordu. Köye gitmek, cumhuriyetin temel amaçlarından biridir. Bu konuda Yücel’e gelinceye kadar çok önemli adımların atıldığını da vurgulamak gerekir. Ancak Yücel’in kurduğu Köy Enstitüleri bu alanda atılmış en köklü bir adımdır ve yepyeni bir modeldir. Yücel’in Köy Enstitüleri Kanunu Büyük Millet Meclisinde görüşülürken (17 Nisan 1940) yaptığı konuşma bu konuya önemli bir ışık tutmaktadır:

"Köy Enstitülerinin mahiyetlerini anlatmadan evvel burada bir arkadaşımın işaret ettiği noktaya cevap vereyim. O da enstitü tabirine dahildir. Biz müesseselere Köy Öğretmen Okulu demedik. Çünkü evvelce bu isimde müesseseler vardı. Bunları ona bağlamak istemedik. Bunlar yepyeni şeylerdir. Enstitü kelimesini biz frenklerin telaffûz ettiği tarzda aldık ve buna alıştık.Bu isim bazı memleketlerde büyük, yüksek amelî müesseselere verilmektedir. Meselâ Ziraat Enstitüsü bu mana ve mahiyette isimlendirilmiştir....Biz Köy Enstitüsünü sadece içersinde nazari tadrisat yapılan bir müessese olarak almadık. İçerisinde Ziraat sanatları, demircilik, basit marangozluk gibi amel’i bir takım faaliyetlerde bulunduğu için okul adıyle anmadık, enstitü diye isimlendirmeyi muvafık gördük." 

Köy Enstitüleri modelinin Türk eğitim tarihindeki yeri tartışılamaz. Yücel’in bu konuda, Cumhurbaşkanı İnönü, İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve bu enstitülerde yönetici olarak görev yapan aydınların büyük desteğini sağladığını unutmamak gerekir. Bu konuyu daha fazla uzatmadan Tanpınar’ın bir sözünü anımsatmakla yetiniyorum: "Köy Enstitüleri bizim münevver yetiştirme tarzımızı değiştirmiştir, bu bile yeterlidir".

15 şubat 1943’te toplanan İkinci Maarif şurasını açan Yücel, "Milli kültürümüzün üç temel ögesi" üzerinde duruyordu: "Milli kültürümüz denildiği zaman her Türkün şahsiyeti ve manevi varlığı demek olan ahlak, Türklüğün en mahrem varlığını teşkil eden ve düşünmek dediğimiz büyük insanlık işlerinin özü olan dili ve bizim dilimiz Türk dilini,  Milli varlığımızın, tarihin en eski kaynaklarından bu güne doğru yürüyüşünde hangi yollardan geçtiğini , hangi kıtalarda medeniyet durakları kurduğunu ve insanlığa neler getirip nasıl hizmet ettiğini gösteren Türk Tarihini üç esaslı unsur olarak görüyoruz".

İşte Yücel bu üç temel öğe üzerinde şura üyelerini düşünmeye ve bu konularda görüş birliği yapmaya çağırıyordu.

Milli Eğitimde atılımlar birbirini izliyordu. Bir yandan Köy Enstitüleri bütün ülke düzeyine kök salıyor öte yandan ortaöğretim, mesleki ve teknik öğretim yapısal bir değişikliğe uğruyordu. Yücel, ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullar bağlamında mesleki ve teknik eğitimin önemini kavrayanların başında gelmektedir. Ülkemizin kalkınmasında nitelikli insan gücümüzün bu okullar kanalıyla sağlanabileceğini sık sık vurgulamak gereğini duymuştur.

Birinci Neşriyat Kongresinin kararları çerçevesinde "Uygar dünyanın eski fikir mahsullerini kendi dilimize çevirmek ve bu ailenin duyuş ve düşünüşü ile benliğini kuvvetlendirmek" için girişilen büyük atılımı yani klasiklerin Türkçe’ye kazandırılmasını diğer yayınlar izledi. Namık Kemal, Son Sadrazamlar, Osmanlı Türklerinde İlim, Türk Dili Grameri, Katip Çelebi’nin Keşfi Zunun’u ve daha nice eserler onun bakanlığı döneminde gün ışığına çıktı. İslam Ansiklopedisi, Türk Ansiklopedisi, Güzel Sanatlar, Tercüme, Tarih Vesikaları ve daha nice dergiler o dönemin damgasını taşımaktadır. Kütüphanelerimizin ve arşivlerimizin düzenli katalog ve kılavuzlarının  hazırlanıp bilim  dünyasına sunulmasında onun olağan üstü çabası, ileri görüşü ve sağduyusu büyük bir rol oynamıştır. Yücel bu konuda hiç bir ayrım gözetmeksizin, kendisinden yararlanılabilecek her aydınımızın emeğini değerlendirdi. Hatta eski Babıâli bürokratlarının ellerinde bulunan belgelerin yok olmaması için bunların kitaba dönüşmesini destekledi ve yazılan eserleri –velev ki yüz yıl öncesinin diliyle de olsa– bastırmaktan çekinmedi. Bu eserlerin önsözlerinde Yücel’e yapılan teşekkürler, ne yazık ki daha sonraki basımlarında çıkarıldı.

Yücel’in kültür alanındaki en önemli girişimlerinden biri de Devlet Konservatuarı’nın açılmasıdır. Konservatuar medeni dünyanın kullandığı aletleri alarak, "Türk ruhunu , bizim ruhumuzu, bizim özlemlerimizi, bizim acılarımızı, bizim sevinçlerimizi, bizim zevklerimizi dile getirecek sanatçıların yetişmesini sağlayacaktır. Türk Hümanizmasının yepyeni bir safhası Devlet Konservatuarının bağrından doğacaktır...". Gerçekten konservatuar bir süre sonra meyvelerini vermeye başladı. Opera, tiyatro temsilleri birbirini izledi.Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası geliştirildi. Beethoven’in 9. Senfonisi bestecinin 115. ölüm yıldönümünde 19 Nisan 1942’de ilk kez Türkçe olarak seslendirildi. Bu konserde Cumhurbaşkanı İnönü başta olmak üzere bakanlar, milletvekilleri ve Ankara’da bulunan yabancı elçilerde hazır bulunmuştur. Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryasu’nun kazandığı ün, sınırlarımızın ötesine taşarak evrensel bir anlam ve içerik kazandı. Yücel, gelecekteki büyük sanatçılarımıza duygu unsuru olmak üzere Anadolu’da geniş bir halk türküleri derlemesine girişti. Bunlar banda alındı.

Yücel, ülkemizde herşeyden önce bilimsel bir zihniyetin kökleşmesi gerektiği inancındaydı. Onun bu tutumunun, bu anlayışının "Hayatta en Hakiki Mürşit ilimdir" diyen büyük adamın dünya görüşüyle tam bir uyum içinde olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.Yücel diyor ki:

"Yüksek müesseselerimizden her birini Türkiye’nin her sahada muhtaç olduğu ihtisas adamlarını yetiştirmekle beraber Milli kültürü kurmak ve yaymak, ilmi araştırmalar yapmak için birer canlı kaynak, ilmi metodu öğretmek ve ilmi zihniyeti aşılamak için birer çalışma ocağı, milli davalarımızın hakimiyetini her şeyin üstünde tutacak birer kültür kurumu haline getirmek için mevcut imkanlardan azami derecede istifade etmek yolunda ve kararındayız." 

Bu ilmi zihniyetin ancak sağlam ve tutarlı bir Türkçe ile kurulacağı kanısındadır.

"Nerede ilim varsa orada mutlaka ilmin dili de vardır. Dilsiz ilim olamaz ve olmamıştır. Biz bir Türk Kültürü kurmak milli vasfı olan ve bütün medeniyet alemi içinde varlığı duyulan bir ilim hayatı vücuda getirmek yolundayız. İlim müşahedelerin uyandırdığı mefhumlarla kurulmuş bir sistem olduğuna ve mefhumlar ise kelimelerle şekillendiğine göre Türk İlmi, Türkçe ilim diliyle var olacaktır."

Yücel’in bakanlığı döneminde başkent bir üniversiteye kavuştu. Yüksek Teknik Okul, Teknik Üniversiteye dönüştürüldü. Üniversiteler yasası da onun zamanında çıktı.

Atatürk devriminin fikri kaynağını aramak ve garplılaşmanın kültür anlamına varmak Türk Hümanizmasının çıkış kaynağı olmuştur. Neydi Hümanizma?  Yücel’in anladığı şekliyle "Hümanizma , insanlığın mazisinden bu güne kadar geçirdiği hayatın manâ ve tecrübelerini tanımak, bilmek ve onu kısa ömrümüzde tekrar yaşayıp yaşatmaktır. Cumhuriyet eğitimi bu anlayış ve bu görüşle Türk kültürünün yayılıp genişlemesine   imkân hazırlamayı görevlerinden biri sayar".

Tarih ve dil anlayışı, Türk hümanizmasının çıkış noktasıydı. Yücel, Türk tarihini de bu gözle görerek tarihimizi tıpkı Atatürk gibi evrensel bir çizgiye oturtmaya çalıştı. Yine bu anlayıştır ki Yücel, Selçuk devrinden kalan taştan oyma bir kandille, Selimiye gibi yaratıcılıkta insan zekâsının en ileri eserlerini aynı bağlamda değerlendirmektedir. Türkiye Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra Batı’da başlayan Rönesans’ı, ancak şimdi yaşıyordu.

Hasan Âli Yücel’i başarılı kılan etkenlerin başında, onun ülke aydınlarıyla, öğretmenleriyle, öğrencileriyle aynı zamanda yabancı bilim ve kültür adamlarıyla kurduğu iletişimdir. Yurdumuzun belli başlı bilim adamları, şair, yazar, edebiyatçı ve tarihçileriyle Yücel’in ne denli yakın bir bilgi alışverişinde bulunduğunu karşılıklı mektuplaşmalar ve bu mektupların içeriği yeterince kanıtlamaktadır. Yakup Kadri, Tanpınar, Adnan Adıvar, Bezmi Nusret ve daha niceleri Albert Gabriel, Louis Massignon, Jean Deny, George Duhamel onun yakın çevresinde yer alan batılı bilim ve kültür adamlarından sadece bir kaçıdır. Buna yurdumuzda uzun süre hizmet eden yabancı sanatçıları da eklemek gerekir. Bindiği  dolmuşta Yücel’i tanımayan fakat sürekli olarak onu karalayanların safında yer alan sürücüye söylediği bir iki söz, aralarındaki ilişkiyi neredeyse yakın bir dostluğa dönüştürmüştü. Bu olay, Yücel’in sokaktaki insanımızı ne kadar yakından tanıdığının canlı bir kanıtı değil midir? Olay Psikoloji kitaplarına geçecek kadar dikkate değer bir örnek oluşturmaktadır.

Gözden düştüğü, sürekli karalandığı zamanlarda sokakta "Tarihten Çizgiler" diye laf atan gençlere ne kızmış ne de bir kin duymuştu. Tam tersine bu gençlerin doğru görüşe sahip olduklarını ve bu doğru görüşü sanatkârca ifade ettiklerini dahi yazmıştı. Bu eğitsel yazı şöyle sona ermektedir.

"İyi bilelim ki hakiki devam ve hürriyet nesiller arasındaki anlayıştan ve muhabbetten doğar: Yaşlılar gençlere , gençlerde kendilerinden önceki nesillere baskı yaparlarsa, zamanın hapishanelerine tıkılmış olurlar.... Yaşlılardan daha kuvvetli olmaları gereken gençler, kendinden önce doğanlara daha müsamahalı davranmalıdır. Bakalım bizde "Nesiller arası umumi af ne zaman ilan edilecek". Yücel, bakanlıktan ayrıldıktan sonra haksız bir iftiraya uğradı. Kendisi ile uğraşanları teker teker mahkemeye vererek davayı kazandı. Fakat bu da onu son derece yıprattı. şen, derviş ruhlu Yücel yıkılmış; derin bir kötümserlik içine düşmüştü. Bir süre sonra başladığı yazılarına yaşamının sonuna kadar devam etti. Bu yazılar dört büyük cilt halinde, kızı Canan Yücel Eronat tarafından derlenmiştir. İş Bankası Kültür Yayınları’nın kurucusu da Hasan Âli Yücel’dir.

Garplılaşma, çağdaş uygarlık düzeyine varma, Tanzimat’tan beri en yaşamsal davalarımızın başında gelmektedir.Bu sorunu bizde tarihsel süreç içinde yerli yerine oturtan düşünürlerimizin başında Hasan Âli Yücel gelmektedir. Yücel, bu konuda düşünmekle kalmadı; aynı zamanda Batıya yaklaşmamızı hızlandıran bir eylem adamı oldu. Bakanlık görevine geldiği sırada 100. yılını dolduran "yürüme ve durmalarıyla milli davamızın" önemli atılımlarından biri olan Tanzimat üzerine anıtsal bir kitabın hazırlanmasını sağlaması, bunu göstermektedir. Ancak Garplılaşma alanında asıl büyük kazanımların Cumhuriyet döneminde elde edildiğinin  bilinci içindedir. Bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: Cumhuriyet dönemlerinde tarihe geçmiş eski dönemlerin gerçek değerlerini yeniden duyup yaşatırken, devrimci bir ruhla, ulusal olmanın bilinci içinde ortak uygarlık dünyası içinde  yerimizi alıyoruz. Amacımız budur, ülkümüz budur. Bu amaca bizi götüren Türk devrimi olmuştur. Türk Devrimi, toplum yapısının gelişmesine hele son yüzyıllarda engel olmuş köstekleri koparıp atmakla ona rahat nefes aldırıp tarih içinde serbest yürümesini sağlamıştır. Milli tarihi görüş ve anlayışımızdaki ileriliğimizi de şüphesiz devrime borçluyuz. Türk Ulusunun eski devirlerden bu güne kadarki siyasal ve medeni hayatını o zamana kadar olduğu gibi Dünya tarihinden kopararak değil, belki dünya tarihi içinde ve nesnel bir surette bir bütün olarak görmeyi bize Atatürk  öğretti. İşte bu insanlık tarihi içindeki ortaklık bilincidir ki insanlığın geleceği düzenli bir ilerleyiş içinde mutluluğa doğru gidiş görünmektedir. Yücel, bu inancını UNESCO’nun kuruluşunu Türkiye adına imzalamak için gittiği Londra’da da yaptığı (4 Kasım  1945) bir konuşmada dile getirmişti. Evrensel bir anlam taşıyan bu konuşmanın kısa bir bölümünü aktarmakla yetiniyoruz:

"Türkiye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletlerin Eğitim ve Kültür Konferansına gerçek bir inançla ve büyük ümitlerle katılıyor. Çünkü O, Milletlerin ortak prensipleri etrafında toplanmasını öteden beri dünya barışının ana şartı saymaktadır".

 

Zeki Arıkan

 

Tevhid-i Tedrisat ve Vasıf Çınar

 

Mayıs 2004, S.3

 

 

Atatürk, 2 Şubat 1923 günü İzmir’de, kadın-erkek birkaç bin kişiden oluşan coşkun bir kalabalık önünde yaklaşık sekiz saat süren bir söyleşi yaptı. Toplantıda Latife Hanım da hazır bulunuyordu. Cumhuriyet henüz duyurulmamıştı, Halifelik ayakta duruyordu. Barış daha sağlanamamış, Lozan Konferansı kesintiye uğramak tehlikesiyle yüzyüze gelmişti. Bütün sorunların zamanı geldikçe çözüleceğini yüksek bir sezgi ile kavrayan büyük kurtarıcı o gün, ileride yapılacak köklü devrimlerin işaretlerini de üstü kapalı olarak vermekte gecikmemişti. Atatürk, herkesin istediği soruyu sormasına da izin vermişti. Dinleyiciler arasında genç bir öğretmen, (Mektep) yanında fosil haline gelmiş medreselerin yaşatılıp yaşatılamayacağını sormuştu. Soruyu soran genç, geleceğin ünlü Milli Eğitim Bakam Hasan-Âli (Yücel) idi. Medreselerin durumu üzerine uzun açıklamalarda bulunan Atatürk, "Milletimizin, memleketimizin irfan yuvaları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı, kadın erkek aynı biçimde oradan çıkmalıdır" diyerek öğretimin birleşmesi gerektiğini vurgulamıştı. Ertesi yıl, Erzurum’da görev yapan bir başka genç öğretmen de Atatürk’e medreselerin "tefessüh" ettiğini  (çürüdüğünü) söylemiş, o da bu sözü yüksek sesle birkaç kez kendi kendine yinelemişti. Bu genç öğretmen de Ahmet Hamdi (Tanpınar) idi.

Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin birleştirilmesi) elbette yalnız medreselerle sınırlı bir konu değildi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bile kız-erkek okulları ayrıydı. Tartışılan temel sorunlar içinde okulların karma haline getirilip getirilemeyeceği de vardı. Büyük bir asker olduğu kadar eğitimci yanı da ağır basan Kâzım Karabekir Paşa bile, karma eğitimin basit olmadığını, bunun üzerinde uzun uzun durulması ve tartışılması gerektiğini savunuyordu.

Yabancı ve azınlık okullarının başıbozukluğu, sıbyan mekteplerinin Şeyhülislamlığa bağlı oluşu, çeşitli vakıfların denetiminde bulunan okullar, Türkiye’deki eğitim sisteminin bir bütünlük göstermekten ne kadar uzak olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Ziya Gökalp; medrese zihniyetiyle, Batı kültürüyle ve tamamen yabancı eğitim kurumlarında yetişen üç tip okur yazar üzerinde durur. Bunların sahaflar, Babıâli ve Beyoğlu gibi üç ayrı kaynaktan beslendiklerini yazar.

1923 yılında Meclisi açarken yaptığı konuşmada Atatürk, "Memleket evlatlarının ortaklaşa ve eşit olarak kazanmak zorunda oldukları bilimler ve fenler vardır;" derken, 1 Mart 1924 tarihindeki açış söylevinde de; "Kamuoyunda belirlenen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin vakit yitirmeden uygulanması gerektiği" üzerinde duruyordu. Ertesi günü parti kurultayında Saruhan (Manisa) milletvekili Vasıf (Çınar) ve 57 arkadaşının verdikleri önerge, Tevhid-i Tedrisatın ruhunu, özünü ve gerekçesini ortaya koymaktadır. Burada özetle şöyle deniliyordu:

"Bir devletin irfan (kültür) ve genel maarif (eğitim) siyasetinde, ulusun fikir ve dünya bakımından birliğini sağlamak için, öğretimin birleştirilmesi, en doğru, en bilimsel ve çağdaş ve her yerde yararları ve iyiliği görülmüş bir ilkedir." Bundan sonra Tanzimat’ın öğretim birliğini başaramadığı ve tam tersine ortaya çıkan ikili bir eğitim düzeninin son derece zararlı sonuçlar doğurduğu dile getiriliyordu. Sonuçta, yasa önerisi kabul edildiği takdirde bütün okulların, Cumhuriyet’in kültür siyasetinden sorumlu ve kültürümüzü duygu ve kültür birliği içinde ilerletmekle görevli Maarif Bakanlığına bağlanacağı dile getiriliyordu. 3 Mart 1924 tarihinde Meclis Başkanlığına sunulan bu önerge, Cumhuriyet devrimlerinin diğer temel yasalarıyla birlikte kabul edildi (Halifeliğin kaldırılması, Osmanlı hanedanı üyelerinin yurt dışına çıkarılması, Şeriye ve Evkaf Bakanlığının kaldırılması, Genelkurmay Başkanlığının kabine dışında tutulması). 

Bu yasanın mimarlarından biri olan Vasıf Çınar (1892-1935), Tevhid-i Tedrisat’ın kabulünden üç gün sonra, 6 Martta, Maarif Bakanlığına getirildi. Yürekli, cesur, devrimci kişiliği yanında büyük bir hatip idi. Mecliste kendisine "Koca Hatip" deniliyordu. Yasayla ilgili ilk uygulamaları başlatan da kendisi oldu. Vasıf, Kuva-yı Milliye ruhu ile dolu idi. Laik bir eğitimin ilk örneğini Mustafa Necati ile birlikte görev yaptıkları İzmir’de özel Şark Mektebi İdadisinde uygulamıştı. İşgal tehlikesi karşısında o da Necati gibi Milli Mücadele’nin gerekli olduğunu yürekten savunan İzmir’deki sağduyulu aydınlardan biri idi. İşgalin genişlemesi karşısında bu yurtseverler sessiz kalamazlardı. Balıkesir Kongrelerinin toplanmasında Vasıf etkili bir rol oynadı. Asıl büyük hizmeti ise, kardeşi Mehmet Esat ve Mustafa Necati ile birlikte Kuva-yı Milliye’nin sözcüsü olan İzmir’e Doğru gazetesini çıkarmasıdır. Bu gazetede epeyce yazısı çıktı ki bunlar Tülay Alim tarafından derlenmiş ve yeni harf1erle yayınlanmıştır.

Vasıf, bu coşku dolu yazılarında "Medeniyet namına işlenen cinayetleri" şiddetle kınıyor, "Hakimiyet-i Milliyenin her zaman egemen olacağını" savunuyor, "Yaşamak istediğimiz için herkesi silah başına" çağırıyordu. İtilaf devletleri komiserlerine yönelik yazdığı açık mektupta şöyle diyordu:

"Sizin milletlerinizin hangisi gözünüzün önünde arkadaşlarınızın boğazlandığını görürken bu sabır ve sükûn, bu şefkat ve himayeyi gösterebilir? Binaenaleyh göğüslerini siper yaparak vatanlarını müdafaa eden Kuva-yı Milliyemiz namına sizlerden insaf ve adalet bekliyorum..."

Vasıf, TBMM’nin açılışını da yürekten kutluyordu. Çünkü artık Anadolu, "hayat ve istiklali için" tek bir çatı altında toplanmış bulunuyordu. Çünkü artık Anadolu’nun tek bir "ilham kaynağı" vardı. Damat Ferit ve hempalarına ise şöyle seslenir:

"Bu millet artık sizi affetmeyecektir."

Vasıf, İzmir’in kurtuluşu ile birlikte buraya Maarif Müdürü olarak atandı. İşgalle birlikte tamamen felce uğrayan eğitim-öğretim işlerini düzene koymaya ve dağ gibi sorunların üstesinden gelmeye çalıştı. Yetenekli, genç öğretmenlerin İzmir’de görevlendirilmelerine büyük önem verdi. İzmir Türk Ocağını yeniden açtı. Türk Gençleri Mecmuasıyla Türk Sesi gazetesinin çıkarılmasını destekledi. Bu gazetenin başyazarlığını kardeşi Mehmet Esat yapıyordu. Kurucularından ve yazarlarından biri de Hasan-Âli idi.

Vasıf, 5 Temmuz 1923’te 580 oyla Saruhan milletvekili seçildi ve Meclise girdi. Lozan Antlaşmasının, lehimize olmayan fakat sonradan düzeltilecek noktalarını eleştirenlerden biri de Vasıf idi. Diğeri de Mustafa Necati... Atatürk, bu gençleri en yüksek görevlere getirerek onların hizmet ve başarılarını taçlandırma yoluna gitmiştir.

Yukarıda değindiğimiz gibi öğretimin birleştirilmesi yasasını uygulayan ilk bakan olan Vasıf, 17 Nisan 1924’te Mecliste yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

"Yüksek huzurunuzda kesinlikle arz ediyorum ki ilk öğretim ve eğitim ancak hükümetin açacağı okullarda olabilir. Bunun aksini de hiç kimse ileri süremez ve eğitim ve öğretime izin veremez... Elbette memleketimizin eğitim sistemini, öğretim sistemini belirlerken ve bunu izlerken milletin gençliğine yüksek bir karakter, yüksek bir eğitim ve yüksek bir irade vereceğiz. Bu bizim amacımızdır... Kızlarla erkekler arasında gençlik noktasından öğretim noktasından Maarif Bakanlığı hiçbir ayırım düşünmemiştir ve düşünmeyecektir. Genç kızlarımızla genç erkeklerimiz aynı sistem içinde, aynı eğitim sistemi içinde yetişecektir. Şimdiye kadar maalesef ayrılık vardı. Kız liselerinin sınıfları başka idi; erkek liselerinin sınıfları başka idi. Programları başka idi. Bunlar birleştirilecektir (tevhit edilecektir}."

Tevhid-i Tedrisat, Türk Eğitim Tarihinin gelişme sürecinde en büyük atılımdır. Mektep-medrese ikiliğine son veren bu yasa, Cumhuriyet kuşaklarının aynı eğitim kurumlarından geçerek onları farklı akımlardan, maksatlı yetiştirme ve koşullandırmalardan uzak tutmak amacını güdüyordu.

Bütün okulların Maarif Bakanlığına bağlanması, medreselerin tarihe karışması için gereken ortamı hazırladı. Vasıf, medreseleri kapatan bir bakan olarak kimi çevrelerce sorumlu tutuluyordu. Oysa, medreselerin durumları çok başkaydı. Yaşı 40’ın üstünde  olanlar bile medrese öğrencisiydi. Buralara bir kez kayıt yaptırmak yetiyordu. Öğrencilerin çoğunun okulla hiçbir ilgisi yoktu. Ama bunlar vergi vermiyor, askere gitmiyor, tam bir dokunulmazlık içinde yaşıyorlardı. Bu tarihlerde kayıtlı öğrenci sayısı 42.000, hücrelerde yatıp kalkanların yani öğrenim görenlerin sayısı ise ancak 6.000’di. Çoğu medreseler yıkılmış, binası yok, hücresi yok. Ama kağıt üzerinde müderrisi, kayıtlı softaları var. Kaldı ki medreselerin pek çoğu kendiliğinden kapandı. Çünkü bunlar, diğer okullar gibi bakanlığa başvurup yeni program almadıkları gibi, eğitimlerini sürdürecekleri konusunda da bildirimde bulunmadılar. Böylece dönemini çoktan kapamış olan bu kurumlar kendiliğinden tarihe karıştılar. Medreselerin yeniden açılması için Rize’de kendisine dilekçe veren iki müftüye Atatürk’ün verdiği karşılık şudur: "Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu biliyor musunuz? Hayır, medreseler açılmayacaktır."

Vasıf’ın kısa süren bu ilk Maarif Bakanlığı döneminde yaptığı önemli işlerden biri de İkinci Heyet-i İlmiye (Bilimsel Kurul)’yi toplaması olmuştur. Türkiye’de eğitimin, eğitim kurumlarının çağdaşlaştırılmasında bu Heyet-i İlmiyelerin (1923, 1924, 1926) çok büyük rol oynadığını özellikle vurgulamak gerekir. Tevhid-i Tedrisat gerçek anlamını bu kurulların ça1ışmalarıyla kazanmıştır. Bu kurullara kimlerin katıldığı, gündemlerinde hangi maddelerin yer aldığı Hasan-Âli Yücel’in  Türkiye’deOrta Öğretim (1938, 1994) başlıklı eserinde bulunmaktadır. Katılımcıların toplu resimleri de yine bu kitapta var. Canan Yücel Eronat dikkatimi çekmişti: İlk heyet-i ilmiyedeki sarıklı, kalpaklı, fesli, sakallı olan temsilciler, bir yıl sonra toplanacak ikinci heyet-i ilmiyede yerlerini oldukça çağdaş bir görünüme bırakmıştı.

İçinde bulunduğumuz 2004 yılı, Vasıf’tan sonra Tevhid-i Tedrisatı en kapsamlı olarak uygulayan Maarif Bakanı Mustafa Necati’nin 75. ölüm yıldönümüdür. Öğretimin birleştirilmesi yasasının üzerinden de 80 yıl geçmiştir. Bu seksen yılın bir değerlendirmesini yapmak zamanı gelmiştir ve hatta geçmektedir. 

 

Kısaca YKKED

“Bizler, Cumhuriyetimizin en önemli eğitim projesi olan Köy Enstitüsü çıkışlılarının, kurucularının, çalışanlarının yakınları olarak yan yana gelip.