Yeni Bir Yılda Hiçbir Şeye Geç Kalmayalım
■
Emperyalizm ve ortakları, kendilerine engel gördükleri güçleri birer birer yok edebilmek için yeri geldi inanç farklılıklarını yeri geldi kültür ve dil ayrılıklarını kullandı.
Geç kalan sona kalıyor, geç kalan, zamanında yapamadıklarının acısını çok sonra çekiyor. Mazlum halklar, dünyanın en güzel coğrafyalarında yaşıyor olsalar da emperyalizm ve yerli ortaklarının tezgâhladığı, bir yanı inanç istismarı üzerinden kurgulanmış rızalar, bir yanı kültürel kışkırtmalar, bir yanı el altından silahlandırılmış beyinsiz kıtaların baskısı altında zor günler yaşıyor.
Batı emperyalizminin yüzlerce yıldır üzerinde oyunlar oynadığı, Türkiyemiz ile kapı komşusu, sömürgeci saldırganlığın neredeyse taş üstünde taş bırakmadığı, hep ortaçağ karanlığında, cemaatler, tarikatlar, kabileler, körü körüne inançlar batağında tutmayı başardığı Orta Doğu ile belki de biraz uzak olduğundan, emperyalizmin fazlaca baskısı altında kalmamış, inançları yeryüzü egemenleri tarafından kendisine karşı pek kullanılamamış bir Asya coğrafyasını, yakından görme olanağını bulduğum Nepal’i karşılaştırdığımızda, insanlık tarihinin birçok karanlık yüzü de ortaya çıkıyor…
Bir zamanlar Çanakkale’de, mütareke yıllarının İstanbul’unda İngiliz emperyalizminin vurucu gücü olarak karşımıza çıkmış Gurka kabileleri Nepal’in en savaşkan insanlarıymış meğer…
Biz, bir yanı fay kırıkları, üç yanı denizlerle çevrili, dünyanın doğal kaynaklar bakımından en güzel coğ rafyalarından birinde yaşayanlar olarak, Anadolu ve Urumeli halkı olarak birçok şeye geç kalmıştık. Önce despot, kendi kurucu halkına sırtını dönmüş, kendi dili yerine hilafet ve saltanat sahiplerinin seçtiği iktidar araçları olan Arap ve Fars karmaşası bir dili kullanan, kadınları cariye ve hizmet nesnesi olarak ezen, devşir melerle saray kadroları kuran, bilimi, sanatı yasaklayan, ortaçağda otağ kurmuş bir saltanata karşı itirazda geç kalmıştık…
Sonra uyandık. Anadolu ve Urumeli topraklarını yüzyıllar önce tekfur ve imparator zorbalığından kur tarmış, toprağı dinine ve diline bakmaksızın kullanıcısına Beytülmal kılmış akıncı boylar geleneğinden de aldığımız güçle, Çanakkale’de emperyalizme karşı direndik! O ölüm kalım günlerinde, üretici köylüyle, kadim halklarla dayanışmayı, omuz omuza savaşmayı öğrendik… Kur tuluş Savaşı’nda Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ör gütlediği, kalpak giyerek Sovyetlerde ayaklanmış sos yalistlerle ittifak kurmuş devrimci subaylarla birlikte emperyalizmi dize getirip sildik attık topraklarımızdan.
Onurlu, genç bir Cumhuriyet kurduk.
Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda kan dökerek yurdunu savunan çavuşlar, onbaşılar, Tonguç Baba’nın açtığı kurslarda kendilerini çoğaltıp “Eğitmen” olarak köylerine döndüler.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, ne yazık ki, söz verildiği gibi köylümüzü “efendi” yapamadık. Köy Enstitüleri dışında üretici sınıflara yönelik çok somut adımlar da atamadık. Tarım okulları açmak, kooperatiflerde dayanışmak yerine ticaret erbabı yetiştirmeyi yeğledik.
“Ama, köy ekonomisini köylü çocuklarının aydınlanmasıyla az çok modernleştirecek olan Tarım okulları ancak 5’ten 8’e (10 milyon köylü ve 40 bin köy için devede kulak bile sayılamayacak bir sayı ile) ancak 17 yılda % 60 bir gelişim gösterirken, şehirlerde sermaye gelişiminin eleman ihtiyacını karşılayacak ticaret ve sanat meslek okulları üstün hızla ilerler. Yalnız dikkati çeken bir şey vardır: Osmanlı kalıntısı şehir bezirgânlığının istediği orta ticaret okulları bu ikinci safhanın 10 yılı içinde %400 daha artarken, sanayiye nitelikli işçi yetiştirecek sanat okulları ancak %100 çoğalmıştır.” (H. Kıvılcımlı, Türkiye Köyü ve Sosyalizm, s 3940)
Kurulan fabrikaları, atılmış doğru adımları, kadın haklarından hukuk devletine, laikliğe, insanca yaşamayı olanaklı kılan tüm hakları koruyacak bir halk örgütlenmesi oluşturamadık.
Önce Köy Enstitüleri’ne kıydılar. Sonra Gazi’nin sağlığında pusup kalmış tefeci bezirgânlığını yeniden politika sahnesine buyur ettiler. Cumhuriyet’i korusun, Batı’daki gibi demokrasinin sahibi olsun diye devlet teşvikleriyle beslenmiş burjuvazimiz de biti kanlanır kanlanmaz ‘Batı Finans Kapitali’ ile aynı yatağa girmeyi seçti. Politika ortağı olarak da yüzlerce yıldır üreticinin de tüketicinin de kanını emen aracıları, tefecileri, bezirgânları aldı yanına.
Kendi kuruluş felsefesi ile yalnızca altı yıl yol yürüyebilmiş, on dört yıl da açık kalabilmiş Köy Enstitüleri ve Cumhuriyet’in gençlik yılları halkını ve yurdunu seven mücadeleci bilim insanları, aydınlar yetiştirmeyi olanaklı kılmıştı. Onları korumakta, onların emek ürünlerini anlamakta da çok geç kaldık.
Emperyalizm o güzel insanları hedef seçti. Kendisi doğrudan silah sıkamazdı; beyinsiz tetikçiler bulmada, yetiştirmede çok zorlanmadı. Politik gelecek için her yolu mubah gören derebeylik özentili politikacılardan ve zübük aydınlardan öyle çok çıktı ki bu ülkede!
Emperyalizmin “milliyetçilik” hezeyanlı tetikçilerinin hedefleri arasında olan, 7 Aralık 1979 tarihinde sosyoloji bölüm başkanlığı yaptığı üniversitedeki işine gitmek için evinin önündeki otobüs durağında çapraz ateşe tutularak öldürülmüş Cavit Orhan Tütengil’in bizim için yol gösterici olabilecek birçok uyarısını zamanında anlayamadık. Emperyalizm, köylülüğümüzü takmıştı kafasına, kendi piyasası için önemli bir engel olarak görüyordu… Arka arkaya araştırma ekipleri geliyor, bir zamanlar halkın çoğunluğunu oluşturan ve neredeyse tamamı hayvancılık yapan köylerimize, süt tozu kutuları eşliğinde ABD’li barış gönüllüleri akıyor, ülkemizin toplumsal yapısı kayıt altına alınıyordu.
Yetmişli yılların ortalarından başlayarak bu bilgiler iç çatışmalar çıkarmak için kullanılacaktır.
ABD emperyalizminin Jimmy Carter döneminde, güvenlik danışmanı Brzezinski’nin başını çektiği ekip tarafından yeniden ortaçağa ve Orta Doğu’ya gönderilmesi için fetvası verilmiş Türkiye, 12 Eylül darbesine giden günlerde ve sonrasında çok önemli çalkantılar yaşadı. Aydın öldürmeler, Maraş benzeri mezhep çatışması süsü verilmiş Alevi katliamları ile hazırlanan sürecin sonunda, o ABD’li ağızların “our boys” dediği faşist generaller eliyle gerçekleştirilmiş 12 Eylül darbesi sonrasında, cemaat ve tarikatlar üzerinden örgütlenmiş bir karanlık, şehirlerden, henüz göçebe ve kandaş toplumun dayanışmacı öğelerinin büyük ölçüde canlı olduğu kırsal alana doğru hızla yol aldı.
Ülke ekonomisinin o güne kadar üretim temelini oluşturan tarım ve hayvancılık baltalanarak kapitalizmin pazarlayacağı sağlıksız ürünlere yol açıldı. Türkiye üretici köylülüğü, birkaç on yıl içinde güneş görmüş kar gibi eridi.
2002 yılının Batı ve emperyalizm destekli AKP iktidarı ve ortağı cemaatler eliyle “vesayetçilik”, “darbecilik” demagojileri üzerine kurulmuş kumpas davalarıyla, ülkenin yurtsever subay ve aydın kesimi tırpanlandı, 12 Eylül 2010 referandumu ile erkler ayrılığı ve bağımsız yargı anlayışı yerle bir edildi.
Bu süreçte Türkiye’nin laik, kamusal ve parasız eğitim veren okullarında eğitim görmüş liberal aydınlarının cemaat ve tarikatlarla aynı safta yer tuttuklarını hiç unutmayacağız.
Emperyalizm, Türkiye’yi kendisi için köpeksiz köy yapma yolunda büyük adamlar atarken, (Erzincan ve çevresinde kirli oyunlar ardındaki cemaatlere, çevreye zarar verecek büyük doğa yıkımlarıyla maden arama hevesindeki yabancı şirketlere karşı hukuk mücadelesi veren Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı ile 3. Ordu Komutanı, kumpas davalarının da baş hedefi olmuşlardı) hep din istismarcısı politikacıları kullandı, yöre halkı demagojiler ve açıktan dağıtılmış paralarla satın alındı. İliç’te, ekmek parası kaygısındaki garip Anadolu çocuklarının üstüne milyonlarca ton topağın yığılması bu sürecin en iç yakan hikâyesidir.
Orta Doğu’da da kardeş kavgaları, iç savaşlar kışkırtıldı. Emperyalizm ve ortakları, kendilerine engel gör dükleri güçleri birer birer yok edebilmek için yeri geldi inanç farklılıklarını yeri geldi kültür ve dil ayrılıklarını kullandı.
2025 yılına girdiğimiz bu günlerde, emperyalist oyunların son kurbanı, Rusya ve İran’ın desteklediği Suriye yönetimi oldu. Rusya, Batı’nın kışkırttığı beyinsiz Ukrayna saldırganlığıyla, İran ise, İsrail’in doğrudan ve Hizbullah, Hamas üzerine yoğunlaştırdığı hesaplı imha planları ile sarsılınca, zaten halkıyla sıcak bir ilişki kuramamış, heykel ve şatafat saraylarında yaşamış Suriye despotluğu kolay teslim alındı ve havaya sıkılan binlerce mermi eşliğinde her birinin arkasında Suriye dışından bir güç bulunan silahlı militanlar akın akın, tam teçhizatlı olarak Şam’a girdiler. 13 Aralık 20124 günü, Şam’da Emevi Camii’nde on üç yıl önce, BOP Türkiye liderliği tarafından hedef gösterilmiş, MİT baş kanının da katıldığı bir Cuma namazı kılındı.
Suriye şehirlerinde havaya sıkılan o kurşunlar aslında sığınmacı olarak ülkesinden kaçmak zorunda kalmış, kimisinin cesedi sahillere vurmuş Suriyeli çocukların ekmek ve su hakkı idi…
Orta Doğu’da yaşanan gelişmeleri açıkça görebilmemiz için bu bölgenin yetmişli yıllardaki durumunu anlatan bir alıntının çok yararı olacak. Emperyalizm ve kapitalizm kavramlarını son kitabı Labirent’e kadar hemen hiç kullanmayan, orada da içi boş birer sözcük gibi satırları arasına sıkıştıran Orta Doğu kökenli, Batı dünyasında kendisi için şöhreti ve konforu yakalamış ünlü yazar Amin Maalouf yazmış: “Hartum Üniversitesi’nde, Musul’un bahçelerinde veya Halep kahvelerinde Gramsci’nin kitaplarıyla; Berthold Breht piyesleriyle, Nazım Hikmet veya Paul Elaurd şiirleriyle, devrimci şarkılarıyla yaşayan, Vietnam Savaşı’na, Lumumba’nın öldürülmesine Mandela’nın hapse atılmasına karşı gösteriler yapan öğrenciler, onların arasında Afgan ve Yemenli kızların ışıldayan gülümsemeleri…” (Uygarlıkların Batışı, s 64)
Hele de Afganlı ve Yemenli kızların ışıldayan gülümsemeleri…
Yetmişli yıllar öyleymiş. Bir de Orta Doğu’nun son günlerine bakalım…Bir tek kadının söz sahibi olmadığı yönetim kademeleri, kara kara sakallar, tam teçhizatlı gözünü kırpmadan adam öldüren özel koşullarda yetiştirilip hazırlanmış militanlar; tekbir sesleriyle inleyen sokaklar…Ve en iç acıtanı da, Golan tepelerinde Suriye içlerine doğru yürüyen İsrail bayraklı tanklar…
Esad’ın devrilişi, yalnızca Suriye’de değil, Türkiye’nin hemen tüm şehirlerinde de sevinç gösterileri, alkışlarla kutlandı; sahnelenen trajedide, yeni yönetim, emperyalist başkentler için terörist kayıtlarında bulunan kişiler önderliğinde gerçekleşti. Bu çirkin oyuna gülelim mi, ağlayalım mı, bilemedik.
Kaynayan kazan Orta Doğu’dan birkaç bin kilo metre doğuya doğru gidildiğinde Himalayalar eteğindeki Nepal’e varılır. Nepal, dünyanın en yüksek dağları olan Himalayalara sırtını dayamış, bir tarafı karlar ve buzullar altında, bir tarafı Muson yağmurlarını alan ormanlık alanlara ve ovalara uzanan coğrafi farklılıkların kesiştiği bir ülke. Nepal, tarih ve siyasi yapılanmada da ilginç gelişmeler yaşamış, her şeye de epeyce geç kalmış gibi görünüyor. Nepal’de derin vadilerin ve coşkun sulu akarsuların böldüğü engebeli coğrafya, 18. Yüzyıla kadar birçok krallığın bölgede bağımsız olarak var olabilmesini sağlamış. 18. Yüzyılda savaşçılıkları dünyada ün yapmış Gurkhalar, ülkede genel bütünlüğü sağlayan ilk büyük krallığın kurucusu olmuş.
Nepal’de parlamenter bir demokrasinin temelleri 1951’de atılmış. Bu yönetim biçimi, 1960 ve 2005 yıllarında krallık tarafından askıya alınmış. 1990’larda ve 2000 yılından sonra çok uzun süre iç savaşlarla alt üst olmuş. 2008 yılında tarafların anlaşması ile federatif bir Cumhuriyet’e geçilmiş. Ancak 2015 yılında bu yönetim biçimini bir Anayasa ile kural ve ilkeler çerçevesine oturtulabilmiş…
Nepal, şu anda da komünist parti tarafından yönetiliyor olmasına karşın ülkede birçok siyasi parti de özgürce varlığını sürdürüyor. Komünistler iktidarda ama sınıfsız toplumun kurulabilmesi için Marksist kuram gereği varlığı gereken “sanayi proleteryası” hemen hemen hiç yok. Nepal, köyünden kasabasına küçük üreticiliğin yaygın olduğu bir ülke durumunda. Nepalli gençler uçaklar dolusu Batı’ya doğru, petrol zengini Arap ülkelerine doğru akıyor, orada hizmet sektörünün önemli bir parçası olarak çalışıyor.
Nepal ve çevre coğrafyalarda ilk başka göze çarpan özellik, birbiriyle iç içe geçmiş olarak, Hinduizm ve Budizmin toplumun %90’ı tarafından benimsenmiş olmasıdır.
Katmandu’nun içinden akan kutsal bir nehir boyunca uzanan tapınaklar bölgesinde, ölmüş aile büyüklerinin cesedini el birliği ile yakan çocukları, ateşi ilk veren büyük oğulun saçını kazıtarak arkada tek bir püskül bıraktığı törenleri içim ürpererek izledim. Hiçbir fer yadın, çığlığın, acılı gözyaşının olmadığı, çevrenin ve kadınların saçlarının çiçeklerle süslendiği bu törenler sırasında katılanlara çeşitli yiyecekler de sunuluyor.
Uğurlanan aile büyüğü, bir süre sonra başka bir canlının bedeninde yaşama dönecektir çünkü… Nepal halkının yaşamını yönlendiren inancının da temelini oluşturmuş Hint felsefesini kaynağında, ölümden sonra başka bir canlıda yeniden var olma inancı, Karma vardır. Karma’ya göre, yaşam sırasında gösterdiğiniz ahlaki tutum, bir sonraki yaşamınıza da yön verecektir. Karma, Tanrı’nın ya da dünyada bir hâkimin hüküm vermediği, “ilahi bir lütuf” ya da “ceza” olmadan, kişinin kendini değerlendirdiği bir öğretidir. Buda inancını da etkilemiş olan bu yaşam felsefesi, insanı erdemli bir yaşam sürmeye yönlendirir. Nepal’de doğmuş bir prens olan Buda istemeyi yıkarak, iradeyi dizginleyerek, öz gürlüğün elde edilebileceğini söyleyerek çileci bir bakış açısıyla yola çıkmış, sonraki dönemlerinde çilecilik ile hazcılık arasında bir orta yol bulmaya, böylece iç huzurun egemen olacağı Nirvana’ya ulaşmaya doğru yönlenmiştir.
Kendini zorla kabul ettirmeyi benimsememiş, katı kurallı bir din tanımıyla hiç bağdaşmayan, insanların cehennem ateşiyle korkutulmadığı, diğer inançlarla hoşgörü içinde yaşayan, gönüllü bir katılımcılığı önde tutan, Çin’den Japonya’ya kadar uzanan kalabalık bir coğrafyada egemen olmuş HinduBudist inanç biçimi, tarihte iktidarlar tarafından halklara yönelik bir rıza ya da baskı aracı olarak kullanılmamış, ya da kullanılamamış. Bu hoşgörülü inancın çıkış noktasını bula bilmek ve bu özdekselruhani ilişkiyi çözebilmek için, üretim ilişkilerine, coğrafya ve insan üretici gücüne, üretilen tarım ürünlerine ve nüfus yoğunluğuna topluca bakma gereği doğmaktadır.
Tüm tek tanrılı dinlerin vatanı, yeryüzünde buğdayın ilk üretildiği ve ürün fazlasının ortaya çıktığı coğrafya olan Mezopotamya ve Mısır’dır. Buğday ile geniş bölgelerin ve zenginliklerin tek elde toplanmasını sağlayacak, hayatta ve sonrasında egemen olacak ‘her şeye kadir” tek tanrı inancı arasında bir neden sonuç ilişkisi kurmak hiç de yanlış görünmemektedir.
Yazı Para Devlet üçüzünün ilk kez boy gösterdiği, yeryüzünde yerleşik toplumun ilk gözlendiği coğrafyalarda toplumun ürün fazlasını biriktirildiği tapınak larda görevli din adamları, toplum adına mal değiş to kuşunu da yaparlar. Yazıyı da işaretler aracılığıyla ilk kullanan bu kutsal kişiler, önceleri “damgar” denen ruhani toplum temsilcileri gibi olsalar da süreç içinde çalışmadan geçinen bezirgânlara dönüşeceklerdir. Hint ÇinTibetJaponya gibi dünya nüfusunun çok yoğun yaşadığı bölgelerde tarihin eski çağlarından beri üretilen pirinç, belki de yoğun insan nüfusunun da eklenmesiyle, önemli bir birikim ve bir zenginlik kaynağı olamamış, din ile devlet işleri arasında sıkı bir ilişki kurulmasını sağlayamamış gibi görünüyor.
Nepal’e yaptığımız üç dört günle sınırlı kalan ziyaret, birçok şeyi birden ve yeniden düşünme olanağı sağladı.
Nepal, o dağlık, kayalık, derin vadilerle bölünmüş coğrafyada karayolu ulaşımını sağlayan yollar için de epeyce zorluk çekmiş ve geç kalmış bir ülke. Nepal’in başkenti Katmandu ile yedi önemli eyaletinden birçoğu arasında ulaşımı sağlayan karayolu çok kötü durumda. Bu karayolunun yanında uzandığı büyük nehir bir kadın adıyla anılıyor: Narayani. Yolda gördüğüm eli kılıçlı bir kadın kahraman heykeli hakkında bilgi alamadım. Görebildiğim, Nepal’de kadınların yaşamın her alanında erkekler kadar etkin olduğudur. Kadınlar, gönüllerince ve özgürce hem çalışıyorlar hem gülümsü yorlar hem süsleniyorlar hem de düğünlerde ve şenliklerde erkeklerle birlikte oynuyorlar.
Narayani nehri boyunca uzanan karayolunda adım adım, koca çukurlara düşerek, korna sesleri ve toz duman içinde çok büyük sıkıntılar içinde yol alabiliyorsunuz. Üzerinde yolculuk yaptığımız, iki yüz km’nin biraz üstündeki yolu ancak sekiz saatte aşabildik. Yolun yapımını Çin üstlenmiş. Karayolunun hemen her metresinde, yüzlerce kilometre boyunca, on binlerce kişinin yer aldığı hummalı bir çalışma var. Katmandu’ya yakın bölgelerde de Japonlar büyük tünellerin yapımı için işe başlamış.
2015 yılında geçirilmiş büyük depremde yıkılan, zarar gören bütün tarihi yapıların, tapınakların bakım ve onarımını da Çin gerçekleştirmiş. Bu tür yapıların önünde, Çin’in “Aydınlık Geleceği Paylaşmak” kaydıyla yaptığı yardımları gösteren levhalar yer alıyor.
Doğu Asya coğrafyasına baktığımızda, Hinduizm ve “Aydınlanmış” anlamına gelen Buda inancının yaygın olduğu coğrafyalardan yalnızca Çin’de insanları baskı altında tutan ve sömüren imparatorluklar çağı yaşanmış.
Japonya, çok çileli ve çok üretken bir yaşam sürmüş büyük Türk sosyalisti Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme Son Geçiş” olarak anlattığı, ortaçağı hemen hiç yaşamamış bir ülkedir.
Çin’de imparatorluk dönemlerinde kızların ayaklarının küçük kalması için uygulanan tahta ayakkabı, halk isyanlarının da ilk nedenlerinden biri olmuş.
İngiliz emperyalizminin afyon savaşları metaforu ile sömürdüğü ve uyuşturmaya çalıştığı Çin’de, halk büyük sınavlardan geçmiş, üst üste ayaklanmalar ve işgaller yaşanmış… Mao, Japon işgali dönemine denk gelen “Uzun Yürüyüş”ü boyunca “Kızıl Ordu” ya da “Halk Kurtuluş Ordusu” ile on milyonlarca Çin köylüsü ile yakın temas sağlamayı başarmış. İşgalci güçlere karşı verilen savaş sırasında silahlı Maocu militanların halka karşı dürüst davranması, bu yürüyüşü aynı zamanda bir eğitim çalışmasına dönüştürmesi, zihniyetlerde de önemli değişimlere yol açmış. Daha sonra çok uzun yıllar süren “Kültür Devrimi” sırasında da eski inançlar sorgulanmaya çalışılmış. Mao’dan sonra yönetime gelen Deng Xiaoping’in sınıfsız topluma geçiş için ortaya atılmış sosyalist geçiş toplumu sloganı olan “eşit işe eşit ücret” ilkesi doğrultusunda yaşama geçirdiği, daha çok üretene daha çok prim uygulaması, Çin’in ekonomik sıçramasının da temelini atmış görünüyor. Bu konudaki değerlendirmesi için uzun uzun eleştirdiğim, hakkında bir de kitap yazdığım Amin Maalouf’a önemli bir teşekkür borçluyum.
Nepal, geç kalmış olduğu teknik gelişmeler nedeniyle çok önemli bir sınavdan geçiyor. Dostça ilişkiler sür dürdüğü Çin’in yakın tarihi Nepal’e sıkıntılarını aşa bilmek için örnek olabilir mi bilinmez. Bir yanda Katmandu sokaklarında cirit atan motosikletler üzerinde kulakları sağır eden klakson sesleriyle, motor gürültüleri ile gezen, bir yanda uçaklar dolusu işgücü olarak zengin Arap ülkelerine hizmet işçisi olarak giden gençlerini gelecek için örgütleyip bir “kolektif aksiyon gücü” oluşturabilecek mi bunu da zaman gösterecek...
Katmandu’nun zengin tarihi yapısını gölgeleyen, caddeler boyunca iğrenç bir görüntü oluşturan telefon ve elektrik telleri, motosikletlerin yayalara yürüme hakkı tanımadığı pek temiz olmayan daracık ve kalabalık sokaklar, gençlerin gece kulüplerinde Batı taklitçisi gürültülü müzikler eşliğinde yaptıkları eğlenceler bana önemli sorunlar olarak göründü.
2006-2008 yılları arasında birkaç kez giderek Taras Çevşenko Üniversitesi’ndeki Türkoloji bölümünde yazar kimliği ile konuşmacı olduğum Kiev’de de benzer bir tabloyla karşılaşmıştım. Kiev’de Batılı şarkıcıların taklitlerine dayalı gece hayatı gürültüsü ile sonraki dönemde Batı’nın Rusya’ya karşı bir hamlesi gibi görünen savaş arasında kurulabilecek bir ilişki, Nepal için de uyarı nedeni olmalı. Benzer bir “Batı hayranı gençlik” tablo sunun Gürcistan’da da yaşanmakta olduğunu biliyoruz.
Yönetimdeki komünist parti yetkilileri ile Katmandu’da yanından geçtiğimiz, karga seslerinin yükseldiği, çok yüksek duvarlarla çevrili eski krallık sarayı arasında nasıl bir ilişki olacağını da zaman içinde göreceğiz. Umalım ki, komünistler bir zamanların ideolojileri kişi tapınçlarına kılıf olarak kullanan tiranlara özenmesinler, ülkenin yeri kralları olmaya kalkmasınlar. Eski krallar İngiliz emperyalizmi ile anlaşmalar yaparak kahramanlıklarıyla övündükleri Gurka askerlerini Çanakkale Savaşı için, mütareke yıllarında da İngilizler adına işgal için İstanbul’a kadar göndermişlerdi. İstanbul’da Harbiye Vekâleti, karakollar, posta merkezleri ve askeri birlik baskınlarını İngiliz üniformalı o Gurka askerleri gerçekleştirmişti.
Nepal’deki komünist parti Çin ve Japonya ilişkilerini hangi temelde sürdürecek, şu anda çok sınıf farklılığının görülmediği ülkede birileri biraz bitini kanlandırıp politikada etkin yerlere gelecek mi, arkasından emperyalist Batı’nın tuzak olarak kullandığı hazır parasına tav olacak mı, bütün bunları zaman gösterecek.
Sözün kısası, Nepalli komünistler, Sovyet Rusya’da birçok olumsuzluğa neden olmuş, emperyalist sisteme karşı propaganda olanakları sağlamış, solsosyalist düşüncenin dünya haklarının gözünden düşmesine yol açmış “Parti Diktatoryası”ndan ya da “Bürokratik Diktatörlük”ten uzak kalmalı, üretici halkın bilinçlenmesi ve örgütlenmesi için somut adımlar atmalılar.
Okul yolundaki çocukların özenli giyimi, geleceğe yönelik akılcı bir politikanın varlığı konusunda umut verici gibi duruyor... Özel okulların varlığı ise kuşku uyandırıcı…
Nepal’in önünde aşması gereken dünya kadar zorluk var. Kadın erkek eşitliği, kolayca mutlu oldukları gözlenen konuksever ve güler yüzlü küçük üreticileri, Japonya ve Çin gibi güçlü ekonomik yapıları olan ülke lerle kurdukları sıcak ve yakın ilişki, gelecek için bu güzel ülkeye yardımcı olabilir.
Mutluluk hepimiz hakkı; Orta Doğu’da Batı’nın Şarkiyatçı politikaları ile din kıskacı altında aldatılmış mazlum halkların da ölülerini acı duymadan yakan ve gelecek hayatta daha iyi bir yaşam biçimi bekleyen Nepal’in güzel insanlarının da…
Emperyalizme karşı dişle tırnakla bir savaş kazanmış, onurlu ve özgür bir Cumhuriyet kurmuş Türkiye halkına ve dünyanın tüm mazlum halklarına selam olsun…
ALPER AKÇAM